30 Haziran 2008 Pazartesi

1. BÖLÜM: TÜRKİYE'DE GÜRCÜLER

1. GÜRCÜLER

Türkiye’de genel adları “Gürcüler” olarak bilinir. Kendi aralarında Kartveli/ Kartve-lebi, çoğulluğu ifade etmek için de Kartvelni şeklinde belirtilirler.

1965 genel nüfus sayımında, anadil olarak gürcüce konuştuğunu beyan edenlerin sayısı 34.330’dur. Yine aynı sayımda, ikinci dil olarak gürcüce konuşanların sayısının 48.976 olduğu görülmektedir. Türkiye’nin değişik bölgelerinde yerleşen Gürcü kökenli insanların toplam olarak 100.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Gürcüce konuştuğunu beyan edenlerin 7.698’i Artvin ili sınırları içinde, 4.815’i Ordu ilinde, 2.938’i Bursa’da, 2.755’i Kocaeli’nde, 2.350’i Samsun’da, 2.090’ı Giresun’da, 1.453’ü Bolu’da, 1.378’i Amasya’da, 1.281’i Balıkesir’de, 1.144’ü Sinop ilinde, 840’ı İstanbul’da ve 412’si de Tokat’ta yaşamaktadır.

Gittikleri ve yerleştikleri yerlerde, kendi örf ve adetlerini uzun yıllara rağmen unutmamış olan ve 93 muhaciri olarak adlandırılan gürcüler, Artvin, Giresun, Ordu, Tokat, Samsun, Sinop, Amasya ve Bolu illerinde dağınık ve toplu köyler kurmuşlardır. Batum-Acara bölgesinden gemilerle İstanbul’a getirilen bazı Gürcü göçmenler, buradan Balıkesir, İzmit, Adapazarı ve Samsun’a iskan edilmişlerdir.

Türkiye’deki Gürcüler, tarihe dayanan soylarının kimliklerinden ziyade, geldikleri yörenin adlarına göre tanımlanmaktadır. Batum-Acara bölgesinden gelenlere Acara-bi; Artvin, Şavşat, İmerhev bölgelerinden olanlara Şavşili; Ardanuç ve Borçka kazalarının ortasında kalan Macahel mevkisinden gelenlere Macahel/ Macahel-i denilmektedir.

Gürcü gelenekleri, birinci dereceden kuzenlerin evliliğine kesin bir yasaklama koymuştur. Bazı bölgelerde uzak akrabalar arasında da evliliğe iyi gözle bakılmaz. Bu yasak ve sınırlama, gürcülerle başka gürcü köyleri arasında kız alıp verme tercihini getirmiştir. Son yıllarda, gürcü olmayanlarla yapılan evliliklerin sayısında önemli artışlar görülmektedir. Gürcülerin fiziksel çekicilikleri; açık tenleri, renkli göz yapıları, beceri ve yetenekleri, gürcü olmayan komşularının dikkatini çekmiştir.

Gürcü dilini bilenler, bilhassa köylerde kendi aralarında Gürcüce konuşurlar. Dış dünya ile bağlantılarında ve eğitim dilinde Türkçe hakimdir. Yaşadıkları çevredeki çoğunluk diline çabuk intibak etmiş ve dili konuşmada çabuk asimile olmuşlardır. Bugün Gürcü dili, aile içinde bir kimlik sembolü olarak işlev görmektedir.

93 Harbi’nden sonra, Anadolu’nun çeşitli yerlerine iskan edilen göçmenler, Anadolu’da Hanefiliğin yaygın olması nedeniyle, Türkler ile yakın bağlantılar kurmakta güçlük çekmemişlerdir. Gürcü göçmenleri içinde, hoca, molla, müderris gibi dini eğitim yapanlar olduğu gibi, devlet hizmetinde görev yapmış kişiler de bulunmaktaydı. Bu insanlar, yerleştirildikleri bölgelerde cami, külliye, medrese gibi kurumlarda görev yapmış, tahsildar, kolcu, katiplik gibi işlere alınmışlardır.

Gürcüler kendi aralarında farklılıkları olduğunu söylerler. Artvin ilinin Şavşat kazasına bağlı Meydancık Bucağı’nda yaşayanlar ve buradan muhacir olarak Türkiye’nin değişik bölgelerine iskan edilen Gürcüler, kendilerinin farklı olduğunu iddia ederler. Köklerinin doğu Gürcistan’dan geldiğini “KAKHETİ” olduklarını, Macahel ve Acara Gürcülerinden daha farklı lehçe ile konuştuklarını söylemektedirler.

A. ÇUVENEBURİ

Kelimenin Türkçe anlamı “bizden biri” demektir. Kartveli denilen gürcüler Hıristiyan’dır. Kartveli, aslında gürcü demektir. 16. yüzyıldan sonra Müslüman olan Gürcüler, Hristiyan Gürcülerden kendilerini ayırmak için “bizden biri” anlamına gelen “Çuveneburi” adını almışlardır.

19. yüzyılda Müslüman Gürcüler, iki bölgede yaşıyordu. Artvin’deki Gürcülerin tamamı, Acara özerk bölgesindeki Batum Gürcülerinin bir kısmı Müslüman’dı.

Acara özerk bölgesinde, Türk bölgesi olan Ahıska ile Gürcü ve Türklerin karışık olarak yaşadıkları Ağılkale bölgesi bulunmaktadır. Bunlardan bazıları 93 harbinden sonra köyleri Rus tarafında kalınca, Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Batum bölgesindeki Müslüman Gürcülerin büyük bir bölümü, 1880’li yıllarda Türkiye’ye göçmüş, göç etmeyenler de 1946 yılında Ruslar tarafından Özbekistan’a sürgün edilmişlerdir.

B. GÜRCÜLER DAĞI SEVER

Karadeniz ve Marmara bölgesindeki yoğun ormanlık alanların içlerinde, mutlaka birkaç Gürcü köyüne rastlamak mümkündür. Kentlerden ve kasabalardan kilometrelerce uzaktaki bu köylerde yaşayan insanlara, neden burada yaşamayı tercih ettikleri sorulduğunda, hemen her yerde aynı cevabı alırsınız.

Aslında Padişah onlara deniz kıyısında çok geniş ve verimli topraklar vermiştir. Ama sıtma ve deniz havası onları rahatsız ettiği için dağlık bölgelere çıkmayı yeğlemişlerdir. İznik, Gemlik ve Orhangazi gürcüleri kendilerinin geniş zeytinlik alanlara yerleştirildiğini, ancak tadı acı olan bu meyvenin bir işe yaramayacağını düşünerek, dağlık bölgelere çıktıklarını anlatırlar.

Muhacir olan gürcü köylerinin hemen tümünün başına benzer olaylar gelmiştir. İlk iskandan itibaren 20-30 yıl, Gürcüler bir türlü köylerini sabitleştirememişlerdir. Bunun en önemli nedeni, dağlık alanlara yerleşme isteğidir. Bu konuda en ilginç örnek, İznik gürcüleridir. İskan komisyonları tarafından İznik’e hiç Gürcü iskan edilmemiştir. Oysa İznik çevresindeki yüksek yerleşim bölgelerinde gürcülerin çok daha yoğun olduğunu görmekteyiz.

Bu bölgedeki düz ve verimli ova arazilerine iskan edilen gürcüler, çevreye uyum sağlamakta zorlanmış, zeytin ağaçlarını keserek odun olarak kullanmaya başlamışlar, bu nedenle yerli ahali ile aralarında kavgalar olmuştur.

1990 yılından sonra Rusya’nın dağılması ile Kafkasya’da meydana gelen değişimler ve sınırların dünyaya açılması ile 93 göçmenlerinin torunları, ata vatanlarını görme imkanına kavuştu.
2. ATA VATANIMIZ

Fatih Sultan Mehmet’in (1432-1481) Trabzon Rum Pontus Krallığı’nı ortadan kaldırdığı sıralarda (1461) Artvin, Yusufeli, Borçka, Ardanuç ve Şavşat bölgeleri, başkenti Ardanuç olan Çıldır Atabeklerinin elinde bulunuyordu. Bunlardan Şavşat “İmerhev, Acara ve Macahel” beyleri kendi istekleri ile İslamiyeti kabul ederek, Ardanuç beylerinden ayrıldılar. Bu beylerden “Yasebit” Beyin oğulları Müslüman olunca, Ahmet, Mehmet, Mahmut ve Sefer adlarını aldılar. Padişah fermanı ile Şavşat, İmerhev, Acara ve Macahel bölgelerinin sancak beyleri oldular.

O zamana kadar Çıldır Atabeklerinin elinde ve idaresinde yaşayan bölge halkı, İslamiyeti kabul ederek Osmanlı Devleti tebaalığına geçtiler.

İmerhev Sancakbeyliği sınırları içinde yaşayan, tarihi kökleri İskit ve Sakalardan Kraliçe Tamaraya kadar uzanan gürcü kökenli insanlar da, Osmanlıya dahil olarak, padişaha bağlılıklarını sundular. O sıralarda Şavşat’ın kuzey doğusundaki “Rabat” köyünde oturan ve Kıpçak Atabeklerine bağlı olan “Zortana” adındaki beyin, Yavuz Sultan Selim’e sığınarak İslamiyeti kabul ettiği, adını da “Zor Mustafa” olarak değiştirdiği, Yavuz Selim’in kendisine Beylik payesi verdiği, malikanesinin içinde yörenin ilk camisini yaptırdığı bilinmektedir.

Yavuz Sultan Selim 1514 yılında Çaldıran Savaşına giderken “Zor Mustafa” Bey orduya yardımcı olmuş, padişah da mertebesini yükselterek kendisine “Hisse Beyliği” ünvanı vermiştir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın İran seferi sırasında Ardanuç Atabeyi olan 2. Keyhüsrev, İran tarafını tutarak Osmanlılara karşı gelince; Çorum vadisi ve buralardaki kalelerin fethi için 2. Vezir Kara Ahmet Paşa görevlendirildi. Vezir Kara Ahmet Paşa, 1550 yılında Erzurum’dan yeteri kadar kuvvet alarak, Çoruh Vadisine yürüdü. Kara Vezir Ahmet Paşa’nın 1550 yılındaki bu seferi sonunda, bugünkü Artvin’de ilk defa LİVANE Sancağı kuruldu ve bölge tamamiyle Osmanlı Devleti’ne bağlanmış oldu. Ertesi yıl 13 Haziran 1551 tarihinde, Erzurum Beylerbeyi, İskender Paşa Ardanuç Kalesini 2.Keyhüsrev’den geri aldı. Keyhüsrev İran’a kaçtı. Şavşat Beyi “Lağveş Ahmet Bey”de Müslüman olup Erzurum’a bağlandı. O yıl Ardanuç Sancağı da kurulmuş oldu.

Livane ve Ardanuç sancaklarının kurulmasından 27 yıl sonra, 1578 Ağustos ayında, Erzurum Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa, Oltu, Pert, Eğrek, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Acara ve İmerhev bölgelerini içine alan ve merkezi AHISKA olan Çıldır eyaletini kurdu.
Çıldır eyaletinin bir kısmı, 1829 yılında imzalanan Edirne Antlaşması ile Ruslara verildi.

Ardanuç, Artvin, Şavşat, Borçka ve Yusufeli bölgesi Osmanlı Devletinde kaldı. Bundan sonra merkezi OLTU olan Çıldır Sancağı kuruldu ve Erzurum Eyaletine bağlandı. 1578 yılında Çıldır eyaletine bağlandıktan sonra yörede Çıldır Atabeklerinin devri sona ermiş, tarihe 93 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşına kadar ata yurdumuz İMERHEV, 300 yıl Osmanlı Devletinin yönetiminde kalmıştır.

İmerhev’in bugün kullanılan adı Meydancık’tır. Artvin ili Şavşat kazasına bağlı bucak konumundadır.
3. GÖÇLER DÖNEMİ

Çarlık Rusyasının tarih boyunca bütün emeli Kafkasların güneyini, Doğu ve Kuzey Anadolu bölgelerini ele geçirip, Karadeniz’e hakim olmak, buradan da sıcak denizler diye bilinen, Ege ve Akdeniz’e açılmak olmuştur.

Rusya Kafkasların güneyine inerek, Doğu Anadolu’yu takiben Basra Körfezi’nde, petrol yatakları üzerinde egemenlik sağlayarak güçlenmek için, tarihin her döneminde çok büyük gayret sarfetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü dönemlerinde bu emellerine ulaşamayan Ruslar, 18. yüzyıl başlarından itibaren, hedeflerine ulaşmak için harekete geçtiler.
Osmanlı tebaasına geçerek Müslüman olan Kafkas kökenli milletler üzerinde, yoğun baskılar uygulanmaya başlandı.

Rusların istilacı emellerini önlemekte güçlük çeken Osmanlı Devleti, Ruslarla yaptığı savaşları kaybetmiş, 1856 yılında Kırım, 1858 yılında Ahıska harplerinden sonra, Ahıska’ya kadar olan bölgeleri, Ruslara terk etmek zorunda kalmıştı. Ruslara terk edilen bu topraklarda yaşayan Müslüman ahali, Ruslar tarafından yapılan baskılara dayanamayarak göç etmek zorunda kaldı. Kırım savaşları öncesinde ve sonrasında bölgeden çok sayıda aile göç ederek Osmanlı mülküne sığındılar. Kırım’dan Tatarlar, Abhazya’dan Abhazlar, Kuzey Kafkasya’dan Çerkez ve Çeçenler, Azak Denizi çevresindeki Türk kökenli Müslüman ahali, bu dönemde yaşadıkları toprakları bırakarak, toplu olarak göç edip Anadolu’ya geldiler. 1860’lı yıllarda yoğunlaşan bu göç dalgasından en çok etkilenen Çerkez ve Abhazların yanında, Kırım bölgesinden göç etmek zorunda kalan Tatarlar da Anadolu’nun değişik bölgelerine iskan edildiler.
Çerkezlerin bir kısmı Anadolu içlerinden geçerek, o zamanlar Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti olan Ürdün’e kadar indiler ve oralara yerleştiler. Bir kısım Kafkas göçmeni ise Karadeniz sahili boyunca değişik vilayetlerde iskan edildiler. Samsun, Amasya, Tokat ve Çorum vilayetlerinde yaşayan Çerkezlerin dedeleri, bu göçler sırasında gelenlerdir.

Bu ilk göçlerden, Sinop ve Kastamonu sahil şeridindeki yerleşim bölgelerine iskan edilen aileler, buralarda bir müddet yaşadıktan sonra, bazıları başka yerlere giderken, bazıları ise iskan edildikleri toprakları yurt tutarak yaşamlarını sürdürdüler.

Çatalzeytin’deki Azaklıoğulları ile Mamlay köyündeki Kameroğulları’nın büyük dedelerinin, bu dönemdeki göçler sırasında gelip yerleştiklerini görüyoruz. Bir kısmı Kayadibi Köyü, Karamanlar Mahallesin de yaşayan Kameroğlu ailesinin fertlerinin yüz, göz ve fiziki yapılarında, Kırım bölgesinde yaşayanlara benzerlik görülmektedir. Bir diğer bulgu, Azaklıoğulları’ndan bazı ailelerin Hamidiye Köyü, Atmeydanı Mahallesi’nde yerleştikleri, bilahare buradan kalkarak Çatalzeytin merkezine veya merkeze yakın köylere yerleştikleridir.

Azaklıoğulları’nın terk ettikleri bölgeye, 40 yıl sonra 93 Muhacirleri iskan edilmiş, onlardan kalan arazileri, uzun yıllar ortak ekip biçmişlerdir. Atmeydanı Mahallesi yakınında bulunan Çiftlik mevkiindeki evlerin harmanlarının ve ahır yıkıntılarının yakın zamana kadar durduğu söylenmektedir.

Ortaklaşa ekilen arazilerden elde edilen mahsul, hasat sonrası ikiye bölünür, yarısı tarla sahibine verilirdi. Bu arazilerin bazılarını uzun yıllar ortak olarak işleyen Katip Mahallesi’nden Yusuf Turan’ın torunu Hakkı Turan anlatıyor:

“Dedem Çatalzeytinlilerin tarlalarını yarıya ekerdi. Buğday, mısır, arpa her ne ekildiyse hasat edildikten sonra yarısını ayırır, çuvallara doldurup eşekle Çatalzeytin’e götürür, tarla sahibine verirdi. Tarla sahibi kimdi, şimdi hatırlamıyorum. Zaman zaman ben de dedemle beraber çarşıya giderdim. Uzun boylu, beyaz saçlı, fötr şapka giyen, elinde kalın baston taşıyan bir adamın evinin önünde çuvalları indirir, eşeği evin önündeki incir ağacının altına bağlar, deniz kenarına giderdim. Uzun boylu adam bana delikli paralar verirdi.

Bazen dedem beni yalnız yollardı. Çuvalları teslim ettikten sonra çarşıda gezer, bastonlu amcanın verdiği harçlıkla, şekercinin dükkanından halkalı şeker alırdım. Zamanla tarlanın verimi düştü, elde edilen ve tarla sahibine götürdüğümüz ürün azaldı.

Bir gün çarşıya ekin götürmüştüm, çuvallardaki ekini gören tarla sahibi:

- Dedene selam söyle, bundan sonra buğday, mısır bir şey yollamasın, getirdiğin zahire, eşeğin burada yediği arpayla otun parasına ancak yetiyor, artık gelme, dedi.”

Kırım göçmenlerinin yanı sıra, bölgeye Kafkas kökenli Çerkez ailelerin de geldiğini, bunların Sinop vilayeti dahilinde iskan edildiğini görüyoruz. Türkeli ilçesinin Kuz Köyü’nde yaşayan Çerkez ailelerin bu dönemde geldikleri, sayılarının azlığı nedeniyle müstakil köy kuracak sayıda olmadıkları için, yerli ahali ile kaynaştıkları, uzun zaman geleneklerine bağlı kalmışlarsa da, zaman içinde asimile oldukları görülmüştür.

1858 yılı ortalarında başlayan göç hareketleri, bazen artarak, bazen azalarak 1927 yılına kadar sürmüş, doğudan, batıdan, kuzeyden gelen bu insanlar için yurtluk bulmak ve iskanlarını sağlamak hususunda, devlet zaman zaman sıkıntılara düşmüştür.

Kuzeyden ve Kafkasya’dan gelen göçmen akınının en zoru ve yoğunu, 93 göçmenlerininkidir. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında, Kuzey ve Güney Kafkasya’dan, Romanya ve Bulgaristan’dan kalabalık kafileler halinde gelen insanlar, başta İstanbul olmak üzere, Karadeniz sahilindeki şehirlere akın ettiler.

Tarihe 93 Harbi olarak geçen bu savaşın sonrasında oluşan göç akınına, halk arasında “Büyük Vayna” adı verildi. Batum Sancağı’nın Ruslara bırakılması yüzünden, en büyük göç bu bölgede yaşandı ve Gürcü kökenli Müslüman aileleri etkiledi.

Bugün Anadolu’da yaşayan Gürcülerin tamamı 93 Harbi’nden sonra Batum, Acara, Macahel ve İmerhev’den göçtüler.

2. BÖLÜM: 93 HARBİ

Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit tahta çıktıktan sonra Ruslar, Balkan Devletlerini koruma bahanesi ile içten içe Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmaya devam ediyorlardı. Rusların Osmanlı Devleti üzerindeki tarihi emellerini gerçekleştirmek için Balkanlarda uyguladığı politikaların sonuçlarından kaygılanan İngiltere huzursuzdu.

İngiltere’nin gayretleri ile 1876 yılında İstanbul’da bir konferans toplandı. Bu konferansta alınan kararların özünde, yabancı devletlerin içişlerine karışılmaması isteniyordu. Ancak bu kararlar Rusların işine gelmedi. Balkanlar’daki kışkırtmalar arttı. Bunun üzerine Londra’da ikinci bir konferans toplandı. Burada alınan kararlar ve imzalanan protokol, Osmanlı Devleti’nin aleyhine oldu. Padişah, Avrupa Devletlerinin girişimlerini engellemek için birinci meşrutiyetin ilan edilmesine ve ülke yönetiminde Meclis’in söz sahibi olmasına izin verdi. Fakat bu değişiklikler konferansta alınan kararları değiştirmedi.

Konferanstaki Rusya delegesi verdiği bir beyannamede, Osmanlı “Bab-ı Ali Hükümeti” protokolü reddedecek olursa, Rus hükümetinin harbe gireceğini açıkça ilan etti. 3 Nisan 1877’de Babı-Ali’ye verilen Londra protokolü, görüşülmek üzere Osmanlı Mebusan Meclisi’ne sunuldu. Padişah II. Abdülhamit, protokolün reddi doğrultusunda eğilim gösterdi. Meclisi Mebusan da protokolün reddedilmesine karar verdi.

11 Nisan 1877’de alınan bu karar ile Osmanlı Devleti, yabancı bir devletin korumasında yaşamak istemediğini dünyaya ilan etti. Ret kararının Osmanlı Meclisi’nden çıktığı gün, Çarlık Rusyasının orduları iki ayrı koldan Kafkasya ve Balkanlar’da Osmanlı Devletinin sınırlarını geçerek savaşı başlattılar. 24 Nisan 1877 tarihinde de Babı-Ali’ye bir nota vererek savaşı resmen ilan ettiler.

Gerek Ruslar gerek Osmanlı Devleti, savaşın sonucunu Balkanlarda almayı düşünerek, ağırlığı buraya verdiler. Kafkas cephesinde az bir kuvvetle savaşa girmeyi tercih ettiler.

Savaşın ilk aylarında, hem Balkanlarda hem de Kafkaslarda parlak sonuçlar elde edildi. Yapılan muharebelerde her iki taraf da kesin sonuca varamayınca savaş uzadı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin mali sıkıntı içinde olması, cepheye uzanan yollardaki düzensizlik, askerin erzak, cephane ve yiyecek sıkıntısı yanında, savaşın saraydan idare edilmesinde ısrar edilmesi, çok geçmeden ordunun bozguna uğramasına neden oldu.

Ruslar, Balkanlar’da yaptıkları saldırıları artırarak, Edirne’yi işgal ettiler. Trakya’ya doğru ilerleyen Rus ordusu, İstanbul’un hemen kenarına, Yeşilköy’e kadar geldiler. Padişah Abdülhamit, hükümet merkezinin de tehlikeye düştüğünü anlayınca, ağır şartlarla barış anlaşması yapılmasına razı oldu. 5 Mart 1878’de AYESTEFANOS Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı .

Kafkasya bölgesindeki muharebeler, 11 Nisan 1877 günü Rusların Batum, Kars ve Ardahan’a hücuma geçmeleri ile başladı. Doğu cephesinde savaşan askerin başında, Gazi Ahmet Muhtar Paşa bulunuyordu. Bölgedeki sivil halk, Rusların işgaline şiddetle karşı koydu. Askerlerin yanında, halktan oluşan sivil milis kuvvetleri de Ruslarla çarpışmaya başladı. Milis kuvvetlerinin bu cephedeki savaşlarda çok büyük yararları görüldü. Ancak savaşın genel yönetimindeki düzensizlik, ihtiyaçların temin edilmesindeki gecikmeler, çok geçmeden Kafkas cephesinde yenilgiyi getirdi. Ruslar Batum, Ardahan ve Kars vilayetlerini işgal ettiler.

5 Mart 1878’de imzalanan Ayestefanos Ateşkes Antlaşması’ndan sonra, 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmanın 19. maddesine göre Osmanlı Devleti, savaş tazminatı olarak, Rusya’nın zarar ve ziyanını karşılama adı altında, birmilyardörtyüzon ruble altın vermeyi kabul ediyordu.

Osmanlı Devletince o zaman için ödenmesi mümkün olmayan bu ağır borca karşılık, Rusya, iyi niyet ve kolaylık göstereceğini beyanla “Tolti Sancağı, Delta Adaları, Ardahan, Kars ve Batum sancaklarının” kendisine verilmesi halinde tazminat talebinin bir kısmından sarfınazar edeceğini söylüyordu.

Berlin Antlaşması’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi ve şartlarının hafifletilmesi için yapılan görüşmelerden yeterli sonuç alınamadı, Osmanlı Devleti’nin uğradığı haksızlık telafi edilmedi.

Ruslara bırakılan Batum sancağına bağlı Artvin, Borçka, Ardanuç ve Şavşat kazaları da Ruslara verildi. Harp tazminatı karşılığı olarak Rusya’ya bırakılan bu topraklara Ruslar, Hıristiyan tebaayı, bölgede dağınık gruplar halinde yaşayan Ermenileri ve Rusları yerleştirmeye başladı.

Osmanlı Devleti ile Rusya arasında, 8 Şubat 1879’da İstanbul’da imzalanan MUAHEDE-İ KATİYE “kesin antlaşma” hükümlerine bazı maddeler ilave ettiren Ruslar, yeni şartları kabul ettirdiler.

Bu antlaşmanın 7. maddesi ile bölgeden göç etmek isteyen ahalinin göç süresi, geride bırakacağı mal varlıkları ve bunların ne şekilde değerlendirileceği belirtiliyordu.

Muahede-i Katiye’nin 7. maddesi aynen şöyleydi:

“Madde 7: Rusya’ya terk olunan mahaller ahalisi, bu ülkeler haricinde ikamet eylemek istedikleri halde, emvali metrukelerini satıp çekilmekte muhtardırlar.
Bunun için kendilerine antlaşmanın tasdiki tarihinden itibaren üç sene mühlet verilmiştir. Mühleti mezkurenin sonunda emlaklerini satıp memleketten çıkmamış olanlar, Rusya tabiiyetinde kalacaklardır.”


Tarihe 93 muhaciri diye geçen yüzbinlerce insanın, yerlerinden, yurtlarından koparılarak ailelerinin dağılmalarına, binlerce insanın yollarda aç açık, ser sefil ve perişan olmasına sebep olan bu göç olayı, Anadolu’da değişik örf, adet ve gelenekleri ile yeni bir kültür oluşturdu.

93 Muhacirleri, göç esnasında çok büyük zorluklar yaşadılar. Deniz yoluyla gelmek isteyenler günlerce, hatta aylarca Batum iskelesinde kendilerini götürecek gemileri beklediler. Deniz yoluna ulaşamadıkları için, karayolu ile göç etmek zorunda kalanlar, perişan oldular. Çocuklarının pek çoğu bu yolculuk sırasında, annelerinin kucaklarında öldüler. Güvenli bölgelerdeki iskan komisyonlarına ulaşabilenler, aylarca, iskan edilecekleri yerlere gitmek için beklemek zorunda kaldılar.

Bir yandan deniz yoluyla, bir yandan kara yolu ile Anadolu’ya ve İstanbul’a yığılan göçmen kafilelerinin durumu, içler acısıydı. Devletin göçmenler için acil önlemler almak zorunda kalması, gelenlerin ardının kesilmemesi üzerine, bazı yerlerde muhacir iskan komisyonları kuruldu.

Göçmenlerin, geçtikleri yerlerde, geçici olarak devlet tarafından konaklattırıldıkları bölgelerde, yerleşik yerli ahalinin kendilerini dışlamaları yüzünden, yerli halk ve göçmenler arasında sık sık meydana gelen, bazen de silahlı çatışmalara varan kavgalar eksik olmuyordu.

3. BÖLÜM: MUHACİR İSKAN KOMİSYONLARI

1. MUHACİR İSKAN KOMİSYONLARI

Kırım Harbi sonrasında bölgedeki verimli topraklar Rusların hakimiyetinde kaldı. Rusların Müslüman ahali üzerinde uyguladıkları baskılar yoğunlaştı. Halk önceleri küçük topluluklar halinde göç ederken, giderek kafileler halinde bölgeden ayrılmaya başladı.

Göçe zorlanan Müslüman halkın tamamı, Osmanlı Devleti topraklarında hane nakli yaptı. Yaklaşık yarım yüzyıl devam eden bu göç akınından sonra, ikinci bir göç dalgası Kafkaslardan geldi.

1856 Kırım Savaşı’ndan sonra, Rusların ileri harekatından etkilenen bölgedeki Müslüman dinine mensup çeşitli gruplar da göç etmek zorunda bırakıldı.

Özellikle 1860 yılından sonra yoğunluk kazanan yer değiştirme ve sığınma talepleri karşısında Osmanlı Devleti yöneticileri, çeşitli tedbirler almak ve uygulamak zorunda kaldı.

Devlet göç hareketlerinin başlangıcından itibaren, çeşitli talimat ve nizamnameler neşrederek, bu güçlü hareketi bir disiplin altında yürütmeye çalıştı.

Ancak doğudan ve batıdan gelen göçmenlerin, Osmanlı topraklarında yerleştirilmesi ve yerleştirildikleri bölgede tutulması, üretkenliklerinin hayata geçirilmesi, çevre ile uyum sağlamalarını temin etmek kolay olmuyordu.

Geldikleri yerlerdeki alışkanlıklarını bırakmak istemiyorlar, kanun ve nizamlara uymakta uyumsuzluk gösteriyor, komşuları ile anlaşmakta zorluk çekiyorlardı.

Bu durum, göçmenlerle yerli ahali arasında çözümü zor sorunlar doğurduğu gibi bölgenin eski sahiplerinin tepkileri, hükümeti ve yerel idarecileri güç durumlara sokuyordu.

Bütün bu sorunları mahallinde çözüme kavuşturmak için, muhacir iskan komisyonları kuruldu.

Komisyonlar, muhacirlerin iskanından, ekonomik ve sosyal meselelerine kadar bütün sorunlarının hallinde yetkili kılındı.

Samsun, İnebolu, İstanbul ve Bursa’da oluşturulan iskan komisyonları, göçmenlere yönelik ekonomik ve sosyal politikalar oluştururken, birim olarak “Hane’yi” esas aldılar.
2. MUHACİRLERİN GENEL DURUMU

Devlet, göçmen haneleri üzerinde sayımlar yaparak, ekonomik ve sosyal yönlerini tanımaya çalışmış, iskan politikalarını da buna göre düzenlemiştir. Anadolu’nun pek çok yerinde, tarım ve ziraata uygun verimli arazilerin işlenerek, üretiminin artırılması düşüncesini gerçekleştirmek için göçmenlerin bu topraklarda iskan edilmesinin yararlı olacağı düşünülüyordu. Bilhassa Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’dan gelenlerin, ziraata uygun verimli arazilere iskan edilmesine özen gösterildi.

Adapazarı, İzmit, Bursa, Aydın, Manisa ve Adana’ya yerleştirilen muhacirlerin büyük çoğunluğuna, bu politikanın uygulandığı görülmektedir.

Esasen Kafkasya’dan gelen muhacirlere de aynı uygulamalar yapıldı. Fakat bilhassa Kafkasya göçmenleri, ata yurtlarının coğrafyasına uygun bölgelerde yaşamayı yeğlediler. Pek çoğu, iskan edildikleri verimli arazileri bırakarak, dağlık bölgelere çıktı.

Devlet, iskan politikasında Kafkas göçmenleri ile batıdan gelen muhacirleri mümkün olduğu kadar birbirlerinden uzak mesafelere yerleştirmeye özellikle dikkat etmiştir.

Gerçi tarım ve ziraattan pek fazla anlamayan Kafkas göçmenleri, Gürcüler de dahil olmak üzere, geldikleri bölgenin coğrafik şartlarına uygun arazilere yerleşmekte ısrarcı oldular. Kafkasya bölgesinden gelen muhacirlerin savaşçı bir ruha sahip olmaları yanında, saraya ve padişaha bağlılıkları , kadınlarının saray adap ve erkanına uyum sağlamadaki yatkınlıkları nedeniyle, padişah II. Abdülhamit, Çerkez, Abaza ve Gürcü gruplarının, İstanbul yakınlarında iskan edilmelerini arzu etmişse de, iklim şartlarına uyum sağlamada zorlanan bu insanlar, kendilerine gösterilen arazileri de beğenmeyerek, ormanlık sahalara veya rakımı yüksek yaylalara yerleşmeyi tercih ettiler.

Tarım ağırlıklı arazilere iskan edilen muhacirlerin iskanlarından sonra, kendilerine gerekli olan alet edevat yanında, öküz, inek, at, merkep gibi hayvanlar verilerek ziraatçı kalmaları teşvik edildi.

1860 yılında Adana’ya iskan edilen göçmenlere ekip biçebilecekleri kadar tarla, köyde ihtiyaç duyabilecekleri miktarda mera, koru ve sair malzemelerin tayin ve tahsisi yapıldı.
3. BELİRLENEN İSKAN ALANLARI VE UYGULANAN POLİTİKALAR

Muhacirlerin, öncelikle devlete ait boş arazilere iskanları öngörülmüştü. Bunun yanı sıra özel vakıf arazilerine, yine devlete ait büyük çiftlik arazilerinin işlenmeyen kısımlarına yerleştirilmeleri düşünülüyordu.

1873 yılında, Samsun Bafra kazası hudutları içinde bulunan KUMCAĞIZ mevkiindeki İKİZ çiftliğinin yarısında, muhacirlere 150 hanelik göçmen köyü kurulmuştur. Ancak verilen arazi, ziraatlarına yetmediği için, çiftliğin diğer yarısı, sahibi olan Sivaslı Hacı Abdioğlu’ndan yüzyirmibin kuruş bedelle, devlet tarafından satın alınıp muhacirlere verildi.

Muhacirlerin iskanından sonra kendilerine verilen toprağın bölüşümü de bir esasa bağlanmıştı. Arazi Kanunu’nun 131.maddesi hükmünce; bir çift hayvanla sürülebilecek arazi, ala (sulak) yerden 70-80 dönüm, evsaf yerden 100 dönüm, edna (kıraç) yerden 130 dönüm kadar olması karara bağlanarak, hakkaniyet ölçülerine uyulmasına özen gösterildi.

Adapazarı, Bursa, Balıkesir vilayetlerinde bulunan bir kısım vakıf arazileri de bu dönemde muhacirlere tahsis edildi. Adapazarı’ndaki KULAKSIZ çitliğinin, vakıf dahilindeki arazilerinin kullanılmayan kısımları da yukarıdaki ölçülere göre göçmenlere verildi.

Bursa vilayetindeki Murat Hüdavendigar Vakfı’na ait YAPAĞI Çiftliği de muhacirlere paylaştırılarak, ziraata geçirilmesi sağlanmış, ayrıca devlete ait EMLAK-I HÜMAYUN çiftlikleri de öncelikle muhacirlere verilmiştir. Bundan maksat, sahipsiz kalmış tarıma son derece elverişli, verimli arazilerin işletilerek değerlendirilmesidir.

1862 yılında, Tokat Vilayeti Erbaa Kazası dahilindeki emlaki hümayun çiftliklerinden Sazlıbosna çiftliğinin boş arazilerine, kırım göçmenleri yerleştirilmiştir.

Çiftlikte bulunan ziraat aletlerinden ve koşumluk hayvanlardan göçmenlerin faydalanması sağlanarak, iki haneye bir çift koşumluk hayvan verilmiştir. Çiftlik arazisine yerleşen göçmen ailelerden, işlerini yoluna koyuncaya kadar, üç sene ÖŞÜR alınmasını ve de kendilerine verilen arazileri başkalarına satmalarını ve devretmelerini yasaklayan şartlar bulunuyordu.

Gerek emlak-i hümayun çiftliklerine gerekse devlete ait boş arazilere iskan edilen muhacirler ile daha önceden buraların yakınlarında bulunan köylüler arasında, sınır anlaşmazlıkları başladı. 1865 yılından itibaren artan sınır anlaşmazlıkları nedeniyle zaman zaman silahlı sopalı kavgalar çıkmış, devlet, sınır sorunlarını çözmekte sıkıntılar çekmiştir.

Tekfurdağı (Tekirdağ) sancağının Yakuplu Çiftliği ve bu bölgede çiftliğe komşu olan Şehban Köyü’ne iskan edilen Kırım göçmenleri ile yine bu bölgeye iskan edilen diğer muhacirler arasında meydana gelen sınır anlaşmazlıkları yıllarca sürdü.
4. MUHACİRLERİN İAŞE VE İBADE EDİLMELERİ

Göçmen ailelerin iskan edilecekleri yerlere yerleştirilmesi, hemen mümkün olmamıştır. Batıdan ve doğudan, deniz ve kara yolu ile gelenlerin belirlenen merkezlerde toplanması sağlanıyordu. Bu merkezlerdeki görevliler tarafından göçmenlerin kayıtları yapılıyor, sayıları ve geldikleri yerlere göre kafileleri ayrılıyor, her kafileye bir kafile başı görevlendirildikten sonra önceden tespit edilen iskan bölgelerine sevk edilmeye çalışılıyordu. Bazı kafile başkanları, iskan bölgelerine önceden gidip, kendilerine verilen toprakları gördükten sonra, diğerlerini de alıp gidiyordu.

1868-1878 yılları arasında, bazen küçük bazen büyük gruplar halinde gelen göçmenler, çoğunlukla İstanbul çevresinde kurulan toplama merkezlerinde tutulmaktaydı. Hükümet, İstanbul çevresinde böyle bir yığılmanın giderek tehlikeli olacağını düşünerek, İstanbul dışında, Bursa, İnebolu ve Samsun’da da toplanma merkezleri oluşturup, buralarda da iskan komisyonları kurarak, İstanbul çevresindeki yoğunlaşmayı önlemeye çalışmıştır.

Aylardır yollarda perişan olan göçmenlerin durumu içler acısıydı. İnsanlar aç, çıplak ve perişandı. Yaşlılar ve çocuklar hastalık ve bakımsızlıktan ölüyor, cenazeleri saracak kefen bile bulunamıyordu.

Muhacir iskan komisyonlarının bulundukları bölgelerde toplanan göçmenlerin, iskan edilecekleri yerlere gönderilinceye kadar yeme içme dahil tüm ihtiyaçları, devletçe karşılanmaya çalışılıyordu. İskan bölgeleri belli olanların, yerlerine ulaşmaları için nakil harcamaları, iskan bölgesinde yerleştirilmeleri, ev, ahır, samanlık, mescit gibi binaların yapımı ve onarımı için gerekli malzeme sağlanmasında yardımcı olunuyordu. Göçmenler yerleşip kendilerini geçindirecek duruma gelinceye kadar, uygun bir miktar da yevmiye vererek, sıkıntı çekmeleri önlenmeye çalışılıyordu.

Ramazan ayına denk gelen günlerde, bir defalık olmak üzere, 15 yaşına kadar olanlara yarım kıyye (kg.) yağ ile ikişer kıyye arez (mısır), bu yaştan yukarı olanlara l kg. yağ ve 3 kg. mısır verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu yardımlar zaman içinde gelen göçmenlerin hemen tamamına zengin-fakir demeden, ayrım yapılmadan dağıtıldı.

1865 yılında, Turhal’dan Kazabad kazasına gönderilen 118 göçmen nüfusun her birine, günde yarımşar kıyye hesabıyla, iki günlük nani-aziz (ekmek) yardımının masrafı olan 82 kuruş 24 para, Turhal Kazası vergi gelirlerinden ödenmiştir.

1859 yılında İstanbul’a gelen 1060 aile göçmen nüfusun içinde, hali vakti yerinde olanların yanında, büyük çoğunluğun fakir ve yardıma muhtaç oldukları tespit edilmiş, yeme, içme ve barınmaları için hazineden ödemeler yapılmıştır. Bu insanların yaklaşan kış mevsiminde zorluk çekeceği düşünülerek, muhtaç ve fakir olanlarına altmışbin kuruş tahsisat ayrılarak sarf edilmiş, ayrıca her birine bir çift çorap, bir çift yemeni ve hırkanın alınıp dağıtılması sağlanılmıştır. Yine kış mevsiminde ihtiyaç duyacakları mangal, kabahasır ve kömür tedarik edilerek dağıtılmış, 15 yaşından büyük olanlara ikişer, 15 yaşından küçük olanlara ise günlük birer kuruş yevmiye verilmiştir.

Yine 1860 yılında İstanbul’a gelen muhacirlerin içinde, yalın ayak ve çıplak olanlara hırka, çorap, entere, çarık, papak gibi eşyalar alınıp dağıtılmış, bedeli olan onbirbinüçyüzkırksekiz kuruş, hazineden ödenmiştir. İstanbul dışındaki toplanma merkezlerine gelen göçmenlerden elbisesiz ve çıplak durumda bulunanların giydirilmesi için buralardaki iskan komisyonlarına talimat verilerek, yapılacak masrafların bulundukları yerin mal sandığından karşılanması istenmiştir.
5. MUHACİRLERİN DEVLETTEN BEKLENTİLERİ

Anadolu’nun değişik yerlerine iskan edilen muhacirlerin de zaman zaman devletten istekleri oluyordu. Göçmen ailelerin karşılaştıkları önemli sorunlardan birisi, maaş ve yevmiye hasılatından kaynaklanmaktaydı. Devletin mali sıkıntı içinde olması yüzünden, zamanında ödenemeyen maaş ve yevmiyeler, göçmenler arasında huzursuzluk yaratmaktaydı. Devlet, göçmenlerin geçici iskanları ve sonradan yerleştirildikleri yerlerde kendilerini geçindirecek bir gelir elde etmelerine kadar ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflemiş, dahası söz vermişti.

Göçmenler içinde okuma yazma bilenler, daha önce geldikleri yerlerde devlet işinde çalışmış olanlar, belirli işlere yerleştiriliyordu. Bunlar, çalıştıkları kaza veya kasabada yerleşik halkın evlerinde misafir ediliyor, geçinmelerine yetecek kadar yevmiye veriliyordu. Ancak bazı aileler, verilen yevmiyelerin azlığından şikayet ederek, yevmiyelerin artırılması talebinde bulunuyordu.

Yerleşik ailelerin yanında misafir olarak kalan göçmenlerin iskanlarının gecikmesi de huzursuzluk yaratmaktaydı. Bunlardan Trabzon Müftüsü Hacı Mustafa Efendi’nin yanında kalan bir göçmen ailesi, ev sahibinin ölmesi üzerine açıkta kaldığını bildirerek, Trabzon’un Ortahisar Mahallesi’nde, devlete ait arsanın kendilerine tahsis edilmesini talep etmişlerdir. Devlet tarafından iskan edildikleri yerlerde geçimlerini sağlayacak arazileri beğenmeyenlerin, hükümete müracaatla “uygun görülecek başka yerlerde yaşamak istemeleri de” talepler arasındaydı.

Devletçe iskan edildikleri bölgeden başka bir yere gitmek isteyenlerin talepleri genellikle kabul ediliyor, fakat ilk iskan bölgesinde devlet tarafından kendilerine yapılan yardımların, yeni yerleşecekleri yerlerde yapılmayacağı bildiriliyordu. Ancak bu şartları kabul edenlerin yer değiştirmelerine izin veriliyordu.

Hamidiye Köyü’ndeki Torun Mehmet Dede’nin ilk iskan edildiği yer, İzmit vilayetidir. Akrabalarından ayrılmaya ve çevrenin iklimine alışmakta zorluk çektiği için İzmit’i terk ederek, Hamidiye Köyü’ndeki akrabalarının yanına gelmiştir. Daha önce iskanı yapıldığı için, İnebolu’daki iskan komisyonu tarafından kendilerine yurtluk yer gösterilmediği gibi yardım da yapılmaz.

1866 yılında göçmenlerin yer değiştirmeleri ile ilgili olarak bir nizamname hazırlandı. Buna göre; göçmenlerin bazıları bulundukları mahallerde odun, su olmadığı veya kavim ve kabilesinin başka yerde bulunmasından dolayı çoğunlukla hükümete haber vermeden, iskan mahallerini terk etmişlerdir. Bu durumun tespiti, hükümeti bazı tedbirler almaya yöneltti. Zira hükümet, göçmenleri boş arazilere iskan ederek ziraatın canlandırılmasını arzu etmekteydi. Haneleri ile öteye beriye dağılanların, bu gidişle memleket içinde bir karışıklığa sebep olacağı düşünülerek, göçmenlerin iskan edildikleri yerlerden başka yerlere gitmelerine izin verilmemesi kararlaştırıldı. Ancak anne, baba, kardeş ve akrabalarını arayıp bulmak ve yine dönmek üzere, memleket dahilinde çevre vilayetlere gitmelerine izin verildi. Akrabalarını bulmak için iskan yerlerinden izinli ayrılıp da geri dönmeyenlerin izleri kaybolunca, vatandaşlıktan çıkarılmaları yolunda işlemlerin yapıldığını, bazı nüfus kayıtlarının incelenmesinde görüyoruz:

Hamidiye Köyü’nde iskan edilen Çuverebuli Ali Çavuş, Amasya’daki akrabalarının yanına gider ve bir daha da geri dönmez. Bu nedenle nüfus kayıtlarında “vatandaşlıktan çıkarıldı” kaydı görülmektedir.
6. MUHACİRLERE TANINAN AYRICALIKLAR

Osmanlı Devleti göçmen aileleri verimli topraklara iskan etmeye çalışırken, ekonomik ve sosyal sorunlar ile de ilgilenmiştir. Ailelerin ihtiyaç duyduğu okul ve ibadethanelerin inşasını ihmal etmemiştir. Yeni kurulan köylerde hanelerin yapımı devam ederken, mektep, cami, köy odası gibi yerlerin yapımına da önem vermiştir.

Afyon vilayeti Sandıklı kazasındaki Balkavak Mahallesi’ne yerleştirilen toplam 46 hanenin genel ihtiyacı için bir mescit inşa edilmiş, yine aynı vilayetin Kırmık kazası Armutlu bölgesinde iskan edilen 20 hane için cami yaptırılmıştır. Devlet tarafından yapılan ayni ve nakdi yardımların yanında, bölgedeki yerleşik ahali tarafından da nakdi yardımlar yapılmıştır. 1863 yılında Amasya sancağından Haymana kazasına yerleştirilen Çerkes göçmenler için inşa edilen cami, mektep ve hane masraflarında kullanılmak üzere bölgenin yerleşik halkı tarafından, gönüllü bir hizmet olarak, doksanüçbinikiyüz kuruş 20 para katkıda bulunulmuştur. Yine Sivas vilayetine bağlı Uzunyayla’ya konuşlandırılan Çerke göçmenler için, Hafik kazası halkının katkıları ile bir mektep, bir cami, 41 adet ev inşa edilerek, tüm masrafları yerleşik köylüler tarafından karşılanmıştır.

Göçmen ailelerin çocuklarının eğitimi için açılan “iptida-i” ilkokul mekteplerinde eğitim hizmetlerinin sağlanmasında, göçmenlerin içinde lisan bilen muallimlerden yararlanma yoluna gidilerek, göçmenlerin eğitime sıcak bakmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Karasi (Balıkesir) vilayetinin göçmen çocukları için ilkokul öğretmeni olarak, Çerkez lisanına aşina birinin öğretmen tayin edilmesi uygun görülmekteydi.
7. MUHACİRLERLE İLGİLİ GENEL SORUNLAR

Göçmenlerin büyük çoğunluğunun Anadolu’da, ziraata müsait arazilere yerleştirilmesi, gerek yerleşik ahali gerekse göçmenler arasında pek çok anlaşmazlığın çıkmasına neden olmuştur. Bazı göçmenler, kendi arazilerinin verimini az bulup yerleşik halkın arazilerine sınır tecavüzünde bulunurken, yerleşik halktan bazıları da göçmenlere verilen arazilerin kendilerine ait olduğunu iddia ederek, istenmeyen olayların çıkmasına neden olmuşlardır. Gemlik kazasına bağlı Aydıncık Köyü ile Gönen kazasındaki Mihaliç Gölü kenarına yerleştirilen Kazak göçmenleri, kendi arazilerinden başka etraf köylerde beğendikleri tarlayı ekip biçerek, şunun bunun arazisini hayvanlarına otlak kabul ederek, asıl sahiplerinin ziraat yapmalarına engel olmuşlardır.

Bazı yerlerde, göçmenlere verilen arazilerin yetmemesi üzerine bazı ormanlık alanlar tarla haline getirilerek göçmenlere dağıtılmıştır. 1871 yılında, Samsun Bafra kazasında iskan edilen göçmenler için mahalli hükümet tarafından ayrılan ormanlar tarla haline getirilerek dağıtılırken, yerli ahali de bu arazileri zaptetmek istemiş, çıkan olaylar silahlı çatışmalara kadar gitmiştir.

Benzer sorunların Hamidiye Köyü’nün iskanı sırasında da yaşandığı, Çağlar, Kirazlı ve diğer komşu köylerle yıllarca süren arazi ve orman ihtilafları yüzünden taşlı sopalı kavgaların olduğu, yaşlılar tarafından hala anlatılmaktadır.

4. BÖLÜM: GÖÇ YOLLARI

1. 93 MUHACİRLERİ

Hicri takvimde 1293, Rumi takvimde 1877 senesine denk gelen, tarihe de “93 Harbi” olarak geçen Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda, bazı cephelerde yenilen Osmanlı Devleti, şartları çok ağır olan Berlin Barış Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.

Doğu cephesinde Gazi Muhtar Paşa’nın başarılı savunması ve zaman zaman Ruslara karşı üstünlük sağlanmasına rağmen askerin yeteri kadar takviye edilmemesi, açlık, hastalık ve cephane yetersizliği, ordunun kesin başarı sağlamasını engellenmiştir.

Berlin Antlaşması ile Ruslara savaş tazminatı olarak bırakılan Batum, Artvin ve Kars vilayetlerinden başlayan göç, aralıklarla 10 yıl sürdü. Geri çekilen Rus ordularının, geçtikleri yerlerde özellikle Müslüman ahaliye işkence yaparak, pek çoğunu savaş esiri diye kaçırıp öldürmeleri halkı yıldırmış, bu baskı ve katliamlara tahammül edemeyen ahali, önceleri birer ikişer hane, sonraları da toplu olarak göç etmeye karar vermişlerdir.

Ruslar, Kafkasya ve doğu cephesinde bazı başarılar elde ettiyse de, Derviş Paşa’nın savunduğu Batum Vilayeti’ni ele geçiremedi. Fakat silah ve savaşla elde edemediği bu önemli liman kentini, Artvin ve Kars vilayeti ile beraber, harp tazminatı adı altında işgal etti.
Ancak Batum ve Artvin bölgesinde yaşayan halk, 33.247 imzalı bir protesto metni ile Berlin Kongresi’ne başvurdu ve “Ruslara tabi olmaktansa ölmeyi tercih ederiz” diyerek mücadeleye ve savaşa karar verdiklerini ilan ettiler. Artvin, Batum ve Çürüksü ahalisinin tamamı, Rus işgaline karşı direnme kararı aldı. Bu kadar emek ve şehitten sonra, dini ve dili başka olan bir milletin elini kolunu sallayarak şehirlerine girmesini kabul etmektense, topraklarını savunarak ölme fikrindeydiler. Ancak, Osmanlı askerlerinin Batum Sancağını boşaltma hazırlıklarına başlaması üzerine, direnme ısrarından vazgeçerek, göç etmeye karar verdiler.

Göç etmeye karar verilmesinde, Rus hükümetinin, uyguladığı fiziki baskılar yanında, Müslümanların yaşadığı bölgelere Ortodoks mezhebinin papaz ve misyonerlerini musallat edip, çaresiz kalan halk üzerinde yaptırdığı propagandalarla, insanları din değiştirmeleri için kandırmaya çalışmaları, bu çalışmalara bir takım vaatlerle cahil Müslüman din adamlarını da alet etmeleri etkili olmuştur. Bu meyanda bölgedeki Hıristiyan ahaliden asker alınacağı, Müslüman ahaliden ise “Bedel-i Askeri” karşılığında asker alınmayacağı şeklindeki çarlık emri yanlış yorumlanarak, Müslüman ahalinin de askere alınacağı söylentilerinin yayılması üzerine halk huzursuz olmaya başladı. Bu söylentilerden iyice rahatsız olan Müslüman ahali, kendi dindaşlarına karşı kuvvet ve silah kullanmaya mecbur bir vazifeyi kabul etmektense, mülklerini yok pahasına da olsa satıp göç etmeyi tercih etmek zorunda kaldılar.

İlk göçmen kafileleri iskan mahallerine yakın bulunan Sivas, Malatya, Elazığ ve Ankara vilayetlerine sevk edildi. Göç bölgesine en yakın olan Ağrı’nın Doğubeyazıt kazasına 12.500, Hınıs ve Kığı kazalarına 2.000, Tercan kazasına da 4.000 hanenin geçici iskanları sağlandı. Hükümet, göçmenlerin yurdun çeşitli yerlerine dağıtılmasını düşünüyor, bunun için yeni iskan yerleri tespit ediyordu. Bu durum bazı yerlerde yerleşik ahalinin işine gelmedi. Sivas vilayetine gönderilen 4.000 hane göçmenin iskanında zorluklar yaşanmış, bölgedeki bazı şahısların kışkırtmaları ile yerli ahali tarafından sürekli olarak rahatsız edilmişlerdir. Bazı yerlerde ise göçmenlerin iskan edilmeleri ve kendilerine yardımcı olunması yolundaki müracaatları sonuçsuz kalmış, idarecilerin gayretlerine rağmen yerleşik ahalinin ilgisizliğinden, birçok göçmen ailesi cami avlularında, mezarlıklarda veya sokaklarda aç sefil yaşamak zorunda kalmıştır. Oysa ki o tarihlerde, Sivas vilayeti dahilinde 10.000 aileyi barındırabilecek genişlikte boş arazinin, bazı hatırlı ağaların ve beylerin işgalinde olduğu, yapılan tahkikattan anlaşılmıştır.

Bazı göçmen aileler, Sivas vilayetindeki iskan ve yerleştirme meselesinden doğan güçlükler nedeniyle 1882 yılında tekrar Kars vilayetine geri dönmüş, bir kısmı Doğubeyazıt kazasına yerleşmiştir.
2. BATUM, ACARA VE ARTVİN’DEN GÖÇ EDENLER

Batum sancağının, Berlin Antlaşması ile Ruslara harp tazminatı olarak verilmesi üzerine sivil halk, anlaşma hükümlerini tanımayacaklarını, gerekirse Ruslara karşı silahlı mücadeleye girip karşı koyacaklarını, işgale direneceklerini çeşitli vesilelerle efkarıumumiyeye duyurdular. Ancak, antlaşma hükümleri gereğince şehirde bulunan Osmanlı taburlarının şehri boşaltma kararı alması üzerine direniş fikrinden vazgeçildi.Ruslar, 7 Eylül 1878’de hiçbir direnişle karşılaşmadan Batum ve Artvin’e girdiler.

İşgalin resmen başladığı 7 Eylül tarihine kadar bölgenin bazı yerlerinden kafileler halinde göç başlamış, gemilerle Trabzon’a ulaşanların sayısı 5.500 aileyi bulmuştu.

Göç hareketlerinin yoğunlaşması üzerine, göçmenlerin naklinde kullanılan ve haftada bir sefer yapan “İdare-i Mahsusa” vapuru yetersiz kaldı. Evlerinden, köylerinden ayrılarak, Batum vapur iskelesinde toplanan göçmenler zor durumda kaldı. Göçmenlerin bir kısmı vapurun gelmesini iskelede beklerken, bir kısmı da dağlık bölgelerde, derme çatma barakalarda, ağaç dallarından yaptıkları çadırlarda, pek çoğu da açıkta beklemeye başladı.

Batum çevresinde kısa zamanda 40.000’i aşkın göçmen birikti. Bunların yaklaşan kış mevsimi yüzünden perişan olacaklarını, işgal askerleri tarafından da rahatsız edileceklerini düşünen idareciler, durumu İstanbul’a bildirerek, göçmenlerin nakli için yeterli sayıda vapur gönderilmesini istediler. Hükümet, önce göçmen naklinde kullanılmak üzere temin edilen vapurları Batum’a yolladı. Nevri-i Nusret, Asir, Selimiye, Mühbir-i Server ve Mecidiye vapurları, göçmenlerin nakline tahsis edildiler.

Bazı 93 muhacirleri, kurdukları köylerin isimlerinin bu gemilerin adlarına izafeten verildiğini, rivayetten anlatmakta ise de ilgisi yoktur. Hamidiye Köyü’nün adının, Hamidiye vapuru ile geldikleri için konulduğu söylenmekte, ancak göçmen naklinde Hamidiye vapurunun kullanılmadığı görülmektedir.

Raif Kaplanoğlu’nun “Bursa’da Yer Adları” kitabında bu isimlerin daha çok yerleştirildikleri arazi vakfiyelerinin isimlerinden alındığı, bazılarının da kafilenin başında bulunan kişinin adı ile özdeşleştirildiği belirtilmektedir. İnegöl’e bağlı Hilmiye Köyü adını kafile başkanı Hilmi Efendi’den, Hayriye Köyü ise kafilenin başı olarak Hayri Ağa’dan almışlardır. 93 muhacirlerinin göç ve iskanları sırasında Osmanlı tahtında oturan II. Abdülhamit’in göçmenlere karşı gösterdiği iyi niyet ve yardımlardan yararlanan muhacirlerin köylerine “Hamid-i veya Hamidiye” adını verdikleri daha mantıklı görülmektedir.

Batum ve Artvin muhacirlerinin bir kısmı deniz yoluyla bir kısmı da kara yoluyla geldiler. Deniz yoluyla gelenleri Batum’dan getiren gemiler, göçmenleri Trabzon, Samsun, İnebolu iskelelerine indiriyor, bazıları ise İstanbul üzerinden Bursa’nın Gemlik limanına götürülüyordu. Batum ve ahalisinden deniz yoluyla gelen muhacirlerin ilk etapta Trabzon, Samsun ve Kastamonu vilayetlerinde iskan edilmeleri düşünülmüş 700 hane Çürüksü göçmeni Trabzon’a indirilmişti. Trabzon ve Samsun’da 20.000 kadar göçmenin iskanına yetecek miktarda elverişli yerler tespit edilmesine rağmen, Acara, Artvin göçmenlerinin buralara yerleştirilmesine mahalli idareler ve bölge ahalisi karşı çıkmış, çoğunluğu gürcü olan göçmenler İzmit, Adapazarı ve Bursa vilayetlerine gönderilmiştir.

Kars, Ardahan ve Artvin vilayetinin iç kesimlerinde yaşayan ahaliden göç etmek isteyenler, denize iskelesi olan şehirlere ulaşamadıkları için kara yolundan gitmek zorunda kaldılar. Bunlar Kelkit Çayı vadisini takip ederek Erzincan, Bayburt, Gümüşhane, Tokat, Amasya ve Çorum toprağına ulaşmaya çalıştılar. Bu yürüyüş sırasında göçmenlerin yarısı yollarda açlık ve soğuktan öldüler. Analarının sırtında, babalarının kollarında ölen bebekler yollarda çalı diplerinde kazılan çukurlara gömüldü. Yaşlı ve takati tükenen insanlar Kelkit Çayı’nın sularına kapılarak boğuldular.

Bugün Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum vilayetlerinde yaşayan 93 göçmenlerinin iskan ve yerleştirilmesi de kolay olmamış, uzun yıllar yerleşik ahali ile aralarında anlaşmazlıklar meydana gelmiştir. Bu bölgedeki mezhep ayrılıkları nedeniyle bazı göçmen köyleri ile çevre ahalisinin kaynaşması zor olmuş, arazi ve otlakiye sorunlarının yanında, kız kaçırılması veya kaçması yüzünden tırmanan kin ve düşmanlıklar kan davası haline getirilmiştir.

Rusların Batum çevresini işgal etmesinden sonra uyguladıkları asimilasyon politikası yüzünden, bölgeden göç etmek isteyenlerin sayısında büyük ölçüde artış oldu. Çeşitli yollarla Anadolu’ya gelip iskan edilmeyi bekleyen göçmenler iskan bölgelerinde yığılmış, bazıları kendilerine verilen yerleri beğenmeyerek hükümete başvurmuş, bazıları akraba ve hemşerilerinin yanına veya yakınına gitmek istediklerini söyleyerek, iskan işini zorlaştırmaya başlamışlardır.

Yeni göç talepleri karşısında hükümet, göç etmek isteyenlerin kendi aralarından birisini vekil seçerek göndermelerinin, bu vekil iskan ve yerleşme için ayrılan mahalleri görüp beğendikten sonra kafilelerini getirmelerinin, daha uygun olacağına karar verdi.
Bu yolla Anadolu’ya gelen bazı göçmen vekillerine, Aydın vilayetindeki “Çiftlik-i Hattı Hümayun ve Daire-i Askeriye” idaresindeki toprakların birazı ayrılarak, iskanları sağlandı. Yine bazı göçmen vekillerine, Sisam Adası karşısındaki “Çakıllı” mevkii gösterilmişse de arazinin ziraata pek müsait olmaması ve yeterli su bulunmaması yüzünden, göçmen vekilleri tarafından beğenilmedi. Bazı bölgelerde göçmenlerin tamamını yerleştirmeye yetecek kadar arazi bulunamadı. Bölgede ahalisi dağılmış veya başka yerlere gidenlerin terk ettiği, kısmen metruk evlere onar yirmişer hane olarak iskan edilmeye çalışılıyordu. Haziran 1881’de 4.000, Şubat 1882’de 3.000 Batum ve Livane göçmeni, bu yolla Karadeniz sahil şeridi boyunca iskan edildi.

Netice olarak Batum ve Artvin havalisinden göç eden, çoğunluğu Gürcü olan göçmenler, diğer göçmenler gibi geniş arazilere topluca iskan edilmedi. Ordu, Samsun, Sinop ve İnebolu sahili boyunca küçük topluluklar halinde dağıtıldılar. Ayrıca iç kesimlerde iskan edilen Gürcü göçmenler de Tokat, Amasya, Yalova, Bursa, Adapazarı ve İzmit vilayetlerine yerleştiler.
Hafız Mehmet Efendi, 1880 yılında, İnebolu İskan Komisyonu’na, kafilesinde bulunan 10 ailenin bölgeye iskanı için başvurunca, öteki göçmen vekillerine olduğu gibi ona da “iskan yerlerini gezip görmeleri, beğenirlerse iskanlarının yapılacağı” söylenir. Hafız Mehmet Efendi, yanına arkadaşı Ahmet Hoca’yı da alarak, göçmenler için ayrılan iskan yerileni görmek üzere yola çıkar.

5. BÖLÜM: GÖÇTEN ÖNCE HAMİDİYE KÖYÜ

1. HAMİDİYE KÖYÜ’NÜN GÖÇTEN ÖNCEKİ DURUMU

Kırım Harbi’nden sonra Karadeniz’in kuzeyinden yoğun bir göç hareketi oldu. Ruslar tarafından yurtlarından ve topraklarından çıkarılan Tatarlar, Kırım Türkleri, Azak bölgesindeki Müslüman ahalinin bir kısmı, Trabzon, Samsun, Sinop ve Kastamonu vilayetleri dahilinde iskan edildiler. Bunlardan bazı ailelerin, bölgede yaşayan yerleşik ahalinin yardımları ile Çatalzeytin civarında iskan edildiklerini görmekteyiz.

Bir müddet sonra bu göçmenler, yerleştikleri yerleri beğenmeyip başka yerlere gittiler. Onların terk ettikleri evler ve araziler boş kaldı. Kırım ve Azak bölgelerinden gelen göçmenlerin denize bağlılıkları ağır bastı. Sahile yakın yerlerde mekan tutmak için eski köylerini ve arazilerini terk ettiler. Bir kısmı Çatalzeytin’e indi, bir kısmı başka yerlere dağıldı. Onlardan geriye terk edilmiş tarlalar, ev, ahır ve samanlık yıkıntıları, harmanlık alanlar ve çakıl yığınları kaldı.

Katip Mahallesi ile Atmeydanı Mahallesi’nin ortasında kalan Çiftlik mevkiinde, Azaklıoğullarına ait olduğu söylenen fırın yıkıntısı, harman yeri ve yıkılmış evlerin temel taşlarının varlığından söz edilmektedir. Buraya önceleri “Halaska” denildiği, sonraları bu adın “Halasıköyü” olarak değiştirildiği anlatılmaktadır. Aşağı mahallenin bilinen en eski adı “İlyas Köyü”dür. Hemen yakınında Salih Köyü, onun yanında Emir Köyü adını taşıyan mahalleler bulunmaktadır.

İlyas Köyü’ndeki Kırım göçmenlerinin, burasını neden terk ettikleri konusunda bilgi ve belge bulamadık. İlyas adının nasıl verildiğini bilen yok. Gürcülerden önce buraya yerleşen ailelerden ileri gelen birisinin adı olması kuvvetli bir olasılık. Zira yakınında Salih Köyü, Emir Köyü adını taşıyan yerleşim yerlerinin bulunması, buranın da İlyas adında birinden kaynaklandığını düşündürüyor. Gürcüler bu bölgeye yerleştikten sonra İlyas Köyü’nün adı, Gürcüler arasında “Kömosopoli” olarak söylenmeye başlanmıştır. Kömosopoli Gürcü dilinde “Aşağıdaki Köy”, “Aşağı Köy” anlamındadır. Çevrede yaşayan diğer köylüler ise buraya Aşağı Gürcüler demektedir. Hamidiye Köyü’nün ilk mahallesi burasıdır.
2. İLYAS KÖYÜ (KÖMOSOPOLİ)

Minci Çayı’nın başı, Sarıcerik Yaylası ile Gürcü Yaylası’nın eteklerindedir. İlkbaharda karlar erimeye başlar, karasular patlar. Nisan ve mayıs aylarında, yağan yağmurlardan sonra, çayın suları kabarır, çay kıyısındaki bostanları sel suları kaplar. Ormanlardan kıvrıla kıvrıla çaya kavuşan derelerden, kurumuş gürgen yaprakları, dal kuruları, köylülerin kesip bıraktığı odun kütükleri sürüklene sürüklene çayın sularına karışır.

Mayıs sonlarında durulur sular. Çay boyundaki bostanlar temizlenip yeniden ekilir, değirmen arkları derinleştirilir, kurumuş yapraklar, çürümüş kütükler bir araya toplanır, ateşe verilir. Beyaz dumanlar gökyüzüne yükselir.

Minci Çayı’nın suları soğuktur. Kaymazlar altında oluşan küçük gölcüklerde, alabalıklar yavru bırakırlar. Değirmene gidenler, bu gölcüklerde alabalık yavrularını yakalamaya çalışır, baş yukarı yüzebilmeyi öğrenen yavrular, temmuz ayından itibaren, ısınmaya başlayan sulardan yaylaya doğru yüzerler.

Çay boyunun iki tarafında, kendiliğinden büyüyen kavlak ağaçları, geniş yaprakları ile suyun üstüne gölge yapar. Aşağılara doğru inildikçe çayın yatağı genişler, kıyılarında biriken kumlu, milli topraklar, bostan yapmak için avlu içine alınır. Bu topraklar verimlidir. Köylüler buralarda sebze ekerler; fasulye, pırasa, kabak, hıyar yetiştirirler.

Sıra sıra değirmenler vardır. Her değirmenin ayrı bir hikayesinin olduğu söylenir. Bazılarının ne zaman kurulduğunu bilmezler. Ya işletenin ya da yapanın adı verilmiştir. Mehmet Usta’nın değirmeni, Nuri’nin değirmeni, Kayaoğlu değirmeni , çayın iki yakasındaki köylülerin buğdayının, mısırını un eder, öğütür. Keten tohumundan bezir yağı çıkaran bezirhane bile vardır. Bezir yağı ağır kokusuna rağmen köylüler tarafından yemeklerde kullanılır. Bezirhaneyi Mehmet Usta kurmuştur.

Minci Çayı denize kavuşmadan, Saraçlar Köyü’nü geçtikten sonra Paşalı tarafından gelen Akçay ile kucaklaşır. Akçay’a neden ak denildiğini kimse bilmez, oysa yaz kış suları sapsarıdır, çamur akar.

Akçay boyunda Paşalı, Mamlay, Türkmenpazarı ve Sumay köylerinin ormanlarından kesilen tomruklar, çay içinde kurulan su hızarlarında biçilir, kalaslar, kütükler, boy boy çam, köknar, kayın, meşe direkleri suya bırakılır, Çayağzı’ndan motorlara yüklenerek satılmaya gönderilir.

Çatalzeytin, Karadeniz kıyısında küçük bir sahil kasabasıdır. Doğusunda çok eski bir yerleşim yeri olan Ginolu Koyu, kasabanın hem iskelesi hem limanı gibidir. Fırtınalı havalarda gemiciler bu koya sığınır, fırtınanın geçmesini beklerler. Sahil boyunda zeytin ağaçları, koyu yeşil yapraklı defneler, bilyedünler, süpürge çalıları her mevsim yeşil yeşildir.

Kasabanın karayolu ulaşımı yoktur. İnebolu iskelesinden kalkan motorlar, sahil boyunca yük ve yolcularını Evrenye, İlişi, Hacıveli, Ginolu, Helaldı ve Ayancık’a bırakır, oradan da mısır yüklemek üzere Samsun’a doğru yelken açarlar.

Bu motorlardan birisi ile Çatalzeytin’e gelen Hafız Mehmet Efendi ve arkadaşı Ahmet Hoca, Ginolu’da karaya çıktıklarında, her ikisini de motor tutmuş, istifra etmekten içleri dışına çıkmıştır. Öğle namazını kasabanın küçük camisinde kılan Hafız Mehmet ve Ahmet Hoca, Çayağzı’ndaki kereste yığınlarının üstünde azık torbalarını açarlar, kurusoğan, haşlanmış yumurta ve peynirden oluşan yemeklerini, bayatlamış mısır ekmeğine katık edip yerler, üstüne de kana kana çayın suyunu içip yola koyulurlar. Çay boyunca yürümeye başlarlar. Yukarıya doğru çıktıkça ormanlar sıklaşmaya, sular çoğalmaya başlar. Tarlalar boştur, uzun zamandan beri ekilmedikleri görülür. Çayırlardaki otların çeşitliliği, derelerden akan suların şırıltısı, terk etmek zorunda kaldıkları köylerini andırır. Kasabadaki zaptiye çavuşu, bu yakınlarda sahiplerinin terk ettiği İlyas Köyü’nü görmelerini söylemiştir. Değirmenden gelen bir köylüye İlyas Köyü’nü sorarlar. Adam, elindeki değneği uzatarak “Aha şuradan yukarı yürüyün, çamlığı geçince önünüze bir keçi yolu çıkar, sola doğru bir sigara içimi gidince evleri görürsünüz” der.

Bayırın başından dönüp çamlığı geçince evleri görürler. Bazılarının çatıları çökmüş, avlu çitleri yıkılmıştır. On kadar ev, bir o kadar ahır ve samanlık ile iki de fırın vardır. Ufak tefek onarımla oturulacak hale getirmek mümkündür. Derelerde su boldur, çay yakındır, evlerin onarımı için kereste sorun olmaz, her taraf ağaç doludur.

- Burası iyi, der Ahmet Hoca, tam bize göre, çaya da bir değirmen kurarız.
- İyi, der Hafız Mehmet Efendi.

Hoca hüzünlenmiştir, memlekette kalan akrabalarını, arkadaşlarını hatırlar. Uzun paltosunun altına sakladığı tulumu çıkarıp şişirir, başını kaldırıp gökyüzüne bakar. Bulutlar Artvin’e doğru gitmektedir, içi kabarır, gözleri nemlenir, “çift jandarma geliyor” havasını çalmaya başlar.
3. HAMİDİYE KÖYÜ’NÜN KURUCULARI

Adı soyadı (Aile lakabı - Baba adı - Ana adı - D. Tarihi - Ö. Tarihi - Eşinin adı).

1. Kasım (Hoca)Kars (Karslıoğlu - Hüseyin - Cihan - 1258 - ? - Zeynep),
2. Ahmet Er (İsmailefendioğlu - İsmail - Cihan - 1262 - 1340 - Havva),
3. Şahveled Şahin (Tahiroğlu - Tahir - Esme - 1264 - 01. 01. 1940 - Zeynep),
4. (Hafız) Mehmet (Tahiroğlu - Tahir - Esme - 1267 - 1329 - Ayşe),
5. (Avcıoğlu) Şakir Avcı (Avcıoğulları Hüseyin - Selvi - 1264 - 1336 - Sırma - Emine),
6. Mehmet Usta (Mustafaefendioğlu - Mustafa - Zeynep - 1274 - 06. 02. 1944 - Ayşe - Nazime),
7. (Molla) İrfan Kaya (Azizoğlu -Aziz - Cihan - 1264 - 1332 - Hünkare),
8. (Kel) Raşit Yıldırım (Azizoğlu - Aziz - Cihan - 1291 - Mart 1336 - İhsane),
9. (Kara) Süleyman Yaşar (İdrisoğlu - İdris - Havva - 1249 - 1333 - Hatice),
10. Şakir Yaşar (Şakir - Saliha - 1299 - 1334 - Esme),
11. (Ak) Hasan Yaşar (İdrisoğlu - İdris - Havva - 1264 - 01. 01. 1936 - Saliha),
12. Alioğulları Yunus (Alioğlu - Ali - Hatice - 1249 - 1340 - Hatice - Havva),
13. Alioğulları Sefer (Alioğlu - Ali - Hatice - 1254 - 1321 - Saliha),
14. Sarı Hasan (Mahmutoğlu - Mahmut- Fatma - 1259 - ?- ?),
15. Mercan (? - Süleyman - Şerife - 1301 - 26. 01. 1334 - Fatma),
16. (Katip) Mehmet Turan (Süleyman Alemdaroğlu - Süleyman - Hatice - 1260 - 1331 - Sultan),
17. (Molla) Mehmet Kaplan (Hacıoğlu - Ömer - Zeynep - 1294 - 08. 01. 1957 - Fatma),
18. (Gül) Ali Öz (Ütrükoğulları - Osman - Fatma - 1261 -15. 09. 1935 - Dudu),
19. Ali Bego Kaplan (Hacıoğulları - Süleyman - Naile - 1256 - 1328 - Ayşe),
20. (Deli) Hüseyin Çelikkıran (Subuketi - Mehmet - Hatice - 1289 - 08. 12. 1325 - Zülal-Mümlahay),
21. (Kara) Ali Çavuş (Çuverebolili - Mustafa - Dudu - 1258 - ? - Kıymet),
22. Demircioğlu Şakir ( - Mustafa - Havva - 1282 - - ),
23. Süleymanağa Arslan (Azizoğlu - Aziz - Cihan - 1270 - 1330 - Hanife)
24. (Hafızoğlu) Ömer Duran (Hafızoğlu - Yusuf - Sultan - 1291 - 05. 11. 1939 - Sultan),
25. (Torun) Mehmet Torun (Alemdaroğlu - Mehmet - Naile - 1265 - 25. 09. 1935 - Ayşe),
26. Şakir (Şeker) Yılmaz (Karslıoğlu - Hurşit - Zülal - 1288 - 1333 - Zehra),
27. (Hacı) Süleyman Bayraktar (Hacıazizoğlu - Aziz - Zemzem - 1258 - 1322- Fatma),
28. Emin Ağa (? - ? - ? - ? - ? - ?),
29. Urfan Dede (Abduloğlu - Abdullah - ? - ? - ? - ?),
30. Hasan Tahsin ( ? - Recep - Ayşe - 1300 - ?),
31. Ömer (Hocaoğlu - Mustafa - Havva - 1262 - 1331 - Havva).

Artvin vilayeti Şavşat kazasının Meydancık bucağına bağlı köylerden geldiler. Kafile başında Hafız Mehmet Efendi ve Hoca Ahmet Efendi bulunuyordu. İnebolu iskelesinde gemiden inmişler, çoluk çocuğu ve öteki komşularını İnebolu’daki konaklama yerinde bırakıp, yurtluk yer aramaya çıkmışlardı.

Buldukları yere on aile rahatça yerleşebilirdi. Konaklama yerinde bıraktıkları akrabalarını almak için İnebolu’ya döndüler. İskan komisyonuna künyelerini yazdırıp, vakit geçirmeden yola çıktılar.

“Meydancık nere, İnebolu nere” diye düşündü kadınlar. Yeniden ev ocak yapacaklar, hayvan alacaklar, ormanları, dikenleri sıyırıp tarla açacaklardı. İşleri zordu, hem de çok zor...

İşte bu düşünce ve kaygılar içinde yerleşmeye başladılar İlyas Köyü’ne. On aile aynı yerlerden gelmişlerdi. Birbirlerini tanıyor, huylarını sularını biliyorlardı. Aralarında maraz çıkmazdı.

İlyas Mahallesi’ne yerleşenler:

1. Karslıoğlu Kasım Hoca,
2. Tahiroğlu Hafız Mehmet Efendi,
3. Tahiroğlu Şahveled,
4. İsmailefendioğlu Ahmet Hoca,
5. Avcıoğlu Şakir,
6. Mustafaefendioğlu Mehmet Usta,
7. Azizoğullarından Molla İrfan,
8. Azizoğullarından Kel Raşit,
9. Hocaoğlu Ömer,
10. Hurşitoğlu Şakir “Şeker” aileleriydi.

Bu aileler nüfus kayıtlarına, soyadı olmadığı için, aile lakabı ve baba adları dikkate alınarak, yukarıda yazıldığı gibi kaydedildiler. Kendi aralarında ise her ailenin değişik lakabı vardı.

Kasım Hocalara Kasliyenti, Ahmet Hoca’ya Esmeriyenti, Şahvelet ve Hafız Mehmet Efendi’nin ailesine Huriyenti, Mehmet Usta’ya Zorebeti, Azizoğullarına Mamadiyenti, Hurşitoğlu Şakir Efendi’nin ailesine de Zohretlebi denilmektedir.

Hocaoğlu Ömer Efendi’nin, bir müddet sonra buradan ayrılarak Kastamonu’ya yerleştiği söylenmekte ise de nüfus kayıtlarında mekan değişikliğine dair bir açıklama bulunmamaktadır.

Hafız Mehmet Efendi’nin buraya nasıl geldiğini araştırırken, emekli öğretmen Şerafettin Şahin’den, babasından dinlediği bir anektot veya bu konuda işittiği eskiye dair bir hatıra varsa, yardımcı olmasını rica etmiştim. İlyas Mahallesi’ne yerleşenleri teker teker çıkarıp isimlerini ve lakaplarını yazarak bana verdi. Bir de dedesi Hafız Mehmet Efendi’ye atfedilen ve babasından dinlediği bir olayı yazıp gönderdi. Önceleri, hocanın hikayesi pek inandırıcı gelmemişti. Göç ve göçmenler konusunda yaptığım araştırmalar ilerledikçe, bazı tarihi kaynakları değerlendirdikçe ve göçmenler ile ilgili uygulamaların sonuçlarını elde etmeye başladıkça, Hafız Mehmet Efendi ile ilgili hikayenin bazı noktalarında, doğruluk payı olabileceğini düşündüm.
Şerafettin Öğretmen’in babasından dinlediği hikaye şöyleydi:

“Osmanlı Devleti zamanında Ruslar, 93 harbinden sonra Batum’u almışlar. Bazı aileler, Rusların idaresinde kalmak istememişler, Batum’dan kaçarak, Osmanlı Devleti’ne sığınmışlar. Bu sığınanlardan biri de büyük dedem, büyük din alimi ve aynı zamanda Hafız-ı Kuran olan Hafız Mehmet Efendi’ymiş.

O zamanlar Müslümanlar ile gavurlar arasında sık sık tartışmalar oluyormuş. Gavurlardan bazıları Müslümanlara:


- Siz kendinizi iyi Müslüman, bizi de gavur kabul ediyorsunuz, oysa biz de Osmanlıyız, Osmanlı tebaasındayız. Biz Osmanlının dilini konuşuruz, sizin diliniz başka, diyerek memleket içinde kargaşa ve fesat çıkarmaya çalışırmış. Padişah, memlekette ne kadar alim varsa saraya toplamış. Bu ayrımcılığı bir fetva ile çözmek istiyormuş. Dedem de saraya çağrılan hocaların içindeymiş. Sıra kendisine gelince, iki dizi üstüne gelip Euzübesmele çekerek “Kâfirun” suresini okumuş, arkasından da manasını açıklamış: Bu surede Allah, inananlarla inanmayanların, yani Müslüman olanlarla olmayanların neden ve nasıl ayrıldığını söylüyor.

Orada bulunanlar da bu açıklama üzerine hemfikir olmuşlar. Padişah, dedemi huzura çağırıp:

- Seni mükafatlandıracağım, ne istersin, diye sormuş. Dedem de memlekette muhacir olduğunu ve yerleşmek için kendisine ve akrabalarına yer verilmesini istediğini söylemiş. Bunun üzerine padişah, dedeme bir ferman vererek, ‘Memleketi gez dolaş, neresi hoşuna giderse, gel bana söyle’ demiş.

Fermanı alan dedem, Anadolu’yu dolaşmış, bir gün Çatalzeytin’e yolu düşmüş. Çayağzı’ndaki motorlara çaydan gelen ağaçların yüklendiğini, çayı takiben yukarılara doğru çıktığında, su kuvveti ile çalıştırılan su hızarlarını, çay boyundaki değirmenleri görmüş. Geze geze şimdiki Aşağıköy’ün bulunduğu yere gelmiş. Buralarda oturanların, evlerini bırakarak başka yerlere gittiklerini, evlerin ve toprakların sahipsiz olduğunu öğrenince, buraya yerleşmeye karar vermiş.”

Hikayede adı geçen Hafız Mehmet Efendi’nin, padişah huzuruna çıkıp çıkmadığını bilen yok. Ama derin dini bilgisi ile yıllarca Çatalzeytin camiinde imamlık yaptığını biliyoruz.

Yine hikayedeki gavur tanımını, bölgedeki yerleşik ahalinin, göçmenler için yakıştırdığı sanılmaktadır. Zira bu bölgelerde olduğu gibi, Anadolu’nun pek çok yerinde iskan edilen Tatar, Çerkez, Çeçen göçmenler gibi Gürcüler de ana dillerinden başka lisan bilmedikleri için uzun yıllar yeni komşuları ile anlaşmakta zorluk çektiler. Çevredeki yerleşik ahalinin, Osmanlı tebaası olanların hem Müslüman olmaları, hem de Türkçe konuşmaları gerekir, diye bir saplantıları vardı. Anadilleri Gürcüce’yi uzun yıllar konuşmakta ve korumakta direnen Gürcüler, zaman içinde bu ısrarlarından vazgeçtiler. Yerleşik ahalinin ilk yıllarda gösterdiği bu yüzeysel tepki, zamanla azalarak ortadan kalktı. Göçmenlerden okuma yazması olanlara katiplik, tahsildarlık, imamlık, kolculuk gibi bazı devlet hizmetlerinin verilmesi, çevre köylerde yaşayanlarla kaynaşmayı sağladı. Hafız Mehmet Efendi uzun yıllar Çatalzeytin camiinde imamlık yaptı, Ahmet Hoca padişah adına hutbe okudu, Cuma namazı kıldırmaya yetkili “Beraatlı” hoca olarak, camisi olan küçük köylerde ve merkezdeki camide vaaz verdi. Karslıoğlu Kasım Hoca’nın da köy odasında, çevre köylerden gelen çocuklarla beraber köyün çocuklarını okuttuğu, o zaman kullanılan Arap alfabesi ile okuma yazma öğrettiğini görüyoruz.

Devletin de yardımı ile kısa zamanda evlerini onaran Gürcüler, çay boyundaki verimli topraklara küçük küçük bostanlar ile bulgur çekmek için el değirmeni, mısır unundan cadi pişirmek için pilek taşı yaptılar.

Mehmet Usta büyük bir değirmen kurup, yanına da bezirhaneyi yapınca, hem kendilerinin hem de çevredeki köylülerin büyük bir ihtiyacı karşılanmış oldu.

29 Haziran 2008 Pazar

4. AT MEYDANI MAHALLESİ

Kırım Savaşı’ndan sonra, topraklarından sürgün edilen Kırım Tatarları ve bölgedeki diğer Müslüman ahali, Karadeniz kıyılarına gelerek, küçük küçük köyler kurdular. 40-50 yıl buralarda kalan Kırım göçmenleri, zamanla Anadolu’nun iç kısımlarında iskan edilince köyleri boş kaldı. Bazı aileler de denize yakın yerlere yerleştiler. Bu ailelerden bazılarının, Çatalzeytin çevresindeki birkaç köyde, üçer beşer hane iskan edildiği, bilahare bazı ailelerin köylerini ve topraklarını bırakarak, başka yerlere göç ettiklerini, araştırmalarımız sırasında tespit ettik.

Terk edilen bu topraklarda, 93 harbinden sonra Batum ve Acara’dan gelen göçmenlerin bazıları iskan edildiler. İnebolu Muhacir İskan Komisyonu tarafından bölgede belirlenen iskan yerlerine gönderilen Gürcü göçmenler Sinop, Gerze, Erfelek, Ayancık taraflarına dağıldılar. Çatalzeytin’e de daha önce iskan edilen 10 ailenin yaşadığı bölgedeki, At Meydanı mevkiindeki araziye iskan edilmek üzere, 20’ye yakın Acara göçmeni gönderildi.

Atmeydanı’na gelen muhacir kafilesinin başında, Azizoğullarından Ak Hasan bulunuyordu. Bölgedeki arazinin gelen göçmenlere yetmeyeceği anlaşılınca, bunlardan bazıları Akçay’ın öte yakasındaki, bugün Türkeli kazası sınırlarında kalan topraklara yerleştiler. Atmeydanı’nda dokuz aile yerleşti. Bunların bazı akrabaları ise Çatle, Hasandağı, Suluçukur taraflarına gittiler.

Atmeydanı’na yerleşen aileler:

1- İdrisoğlu Ak Hasan,
2- İdrisoğlu Kara Süleyman,
3- Alioğullarından Yunus,
4- Alioğullarından Sefer,
5- Azizoğullarından Mercan,
6- Eminağa,
7- Hafızoğullarından Ömer Efendi,
8- Şakiroğullarından Şakir,
9- Mahmutoğlu Sarı Hasan.

Nüfus kayıtlarındaki bilgilere göre, 1881 yılında buraya iskan edilen Acara Gürcülerinden oluşan dokuz aile, Hamidiye Köyü’nün ikinci mahallesini kurmuş oldular.

Mahalle adlarının kimler tarafından verildiği bilinmiyor. Çevredeki köylerde yaşayanların anlattıklarına göre, Atmeydanı’nın esas adının “Et Meydanı” olduğu, eskiden burada pazar kurulduğu, et kesilip satıldığı için bu isimle anıldığı söylense de bu anlatımı doğrulayacak bir kalıntı ve belge bulunamamıştır. Zamanla burada yaşayan Kırım ve Tatar göçmenlerinin, atlarını boş tarlalara bıraktıkları, başıboş hayvanların buralarda yayıldığı, bunun için At- meydanı olarak isimlendirildiği de anlatılanlar arasındadır. İkinci anlatım daha mantıklı ve akla yatkın gelmektedir. Zira Tatarların at merakı ve sevgisi ile at yetiştirme becerileri düşünüldüğünde, “Atmeydanı” adının bu dönemde konulduğu fikri akla yatkındır.

Atmeydanı’na yerleşenler ile İlyas Mahallesi’ndeki Hafız Mehmet ve komşuları arasında, zaman zaman tarla sınırı yüzünden ufak tefek anlaşmazlıklar görülmüşse de her iki tarafın büyükleri araya girerek, bu anlaşmazlıkları büyümeden hallettiler. Aynı dili konuşmaları ve aynı coğrafik bölgeden gelmeleri, kendi aralarında çabuk kaynaşmalarını sağladı. Ayrıca çevredeki yerleşik ahalinin göçmenlere gösterebilecekleri tepkilere karşı, birlik ve beraberlik içinde olmalarının gerekli olduğunu görerek, zaman zaman oluşan olumsuz tepkiler karşısında birlikte hareket ettiler.

Atmeydanı’nda yerleşen Emin Ağa’nın nüfus kayıtlarını incelediğimizde, soyunu sürdürecek çocuğu olmadığı için hakkında fazla bir bilgiye ulaşamadık. Bilinen tek hikaye, Emin Ağa’nın, Ak Hasan tarafından, kadın meselesi yüzünden öldürülmesidir.

“Emin Ağa’nın karısı Ayşe ile ilişkisi olduğu söylenen Ak Hasan, Ayşe’nin de yardımı ile Emin Ağa’yı pusuya düşürüp öldürmüş, Ayşe’yi de imam nikahı ile almış, Emin Ağa’nın oğlu Cemal ile de kızı Kezban’ı evlendirip, Emin Ağa’nın arazilerine el koymuş. Cemal’in seferberlikte askere alınması ve geriye dönmemesi, kendisinden de bir haber alınamaması üzerine, karısı Kezban’ın baba evine döndüğü anlatılmaktadır.”

İlyas Mahallesi’ne yerleşen Avcıoğullarından, Şakir’in oğlu Süleyman’ın Atmeydan’ında yerleştiğini görüyoruz. Ancak bu gelişin nedeni ile ilgili yeterli bilgi edinemedik.
5. KATİBİN KÖYÜ (KATBİYENTİ-KATİP MEHMET)

Süleyman Alemdaroğlu Mehmet Efendi, muhacir olmadan önce İmerhev ve havalisindeki Emlak-i Milliye işlerinden sorumlu olarak çalışmıştı. Gürcüce ve Arapça okuyup yazabiliyordu. Katip lakabı buradan geliyordu.

Rusların, Artvin vilayetindeki toprakları işgali ile bölgedeki halka ağır baskılar uygulaması, ırza namusa sarkıntılık olaylarının artması üzerine, taraflar arasında zaman zaman silahlı çatışmalar yaşanmaya başladı. Mehmet Efendi’nin damadı olan, Mısırlı Köyü’nden Süleyman Ağa ve arkadaşları, Rusların baskıları karşısında, Rus askerlerine karşı koyup bazılarını da öldürdüler. Bu olayın akabinde, ailesine daha büyük kötülük yapılacağından çekinen Mehmet Efendi, göç etmeye karar verdi. Mısırlı Köyü’nden Azizoğlu Süleyman Ağa, yine aynı köyden Hacı Azizoğlu Hacı Süleyman ve Taşköprü Köyü’nden Katip Mehmet Efendi, çoluk çocuğunu toplayıp yola koyuldular.

Karayolunu takip ederek Anadolu’nun içlerinden geçtiler ve şimdi torunlarının oturduğu mahalleyi kurdular. Buraya yerleşmek istemelerinin sebeplerinden birisi, İlyas Mahallesi’ndeki göçmenler ile aynı köylerden gelmeleriydi. Süleyman Ağa ile Molla İrfan ve Kel Raşit ile Süleyman Ağa’nın kardeş olmalarının da etkili olduğu sanılmaktadır.

Mehmet Efendi’nin, o zamana göre iki dilden okuyup yazma bilmesi, daha önce memuriyette çalışan biri olması sebebiyle “Katip” lakabı ile tanınması yüzünden, mahallenin adı “Katip Mahallesi” olarak anılmaya başlandı. Gürcülerin, kendi aralarındaki konuşmalarında “Katibiyenti” olarak telaffuz ettikleri mahallenin adı, zamanla çevre köylüleri tarafından, Mehmet Efendi’nin oğlu Şahin Ali’nin adı ile özdeşleşti. Gürcüler halen Katbiyenti adını kullanmakta ise de resmi yazışmalarda mahallenin adı “Şahin Ali” olarak yazılıp çizilmektedir.
"1882 tarihinde düzenlenen Azizoğullarından Süleyman Ağa ve Hacıazizoğullarından İbrahim Efendi'ye ait müşterek tapu senedi... (Senedi Hakani)"

Katip Mehmet ile beraber gelen damadı Süleyman Ağa ve Hacı Süleyman da aynı mahalleye yerleştiler. Süleyman Ağa, kısa zamanda çevrede tanınan birisi haline geldi. Harambolos adındaki Abanalı kereste tüccarı ile ortaklık kurarak, kereste ticaretine başladı. Bozkurt Çayı üzerinde su hızarları kurdurup Terce, Akın ve Şeyhşaban ormanlarından tomruk ve direk kesim işlerini aldı. Süleyman Ağa öldükten sonra kereste işini Hacı’nın oğlu İbrahim Efendi sürdürdü. Süleyman Ağa ve İbrahim Efendi, bölgenin aşar vergisinin toplama işini de yapıyorlardı. Süleyman Ağa ve İbrahim Efendi’nin hükümet görevlileri ile ilişkileri her dönemde uyumlu olarak sürdü. İleriki yıllarda Abana, Bozkurt, Küre ve Devrekani mıntıkalarının da aşar vergilerini topladılar.

Müstelzimin adamları olması nedeniyle tahsildarlar, jandarma ve bucak müdürleri ile senli benli olmuşlardı. Hükümet görevlileri yanında, bölgede şekavet yapan bazı küçük eşkıya çeteleri de sık sık yaylaya uğruyor, getirdikleri kaçak tütün denklerini İbrahim Efendi’ye bırakıyor, o da bunları Kastamonu ve Taşköprü taraflarına ulaştırıyordu.

Üç hane olarak kurulan Katip Mahallesi, bu gün 10 haneye çıkmıştır. Bu 10 haneden 8’ i Katip Mehmet’in torunlarına aittir. Hamidiye Köyü’nün, manzarası en güzel olan yeridir. Sinop istikametine doğru hem denizi hem de dağları seyretmek istiyorsanız, Katip Mahallesi’ne uğramadan geçmeyin, derim.
6. ŞAKİR USTA’NIN KÖYÜ (MUMİYENTİ)

Torun Mehmet Dede’nin mahallesidir. Tek hane olarak gelip yerleşmiştir. Torun Dede’nin ilk iskan yeri, İzmit vilayetidir. Bazı göçmen aileler gibi bölgenin iklimine alışamamış, “sivrisinek ve bataklık” diyerek buradan ayrılmışlardır.

Torun Dede, ilk iskan yerinden yetkililere bilgi vermeden ayrıldığı için, burada kendilerine yer gösterilmemiş, göçmenlere yapılan yardımlardan faydalandırılmamış, arazilerini Karamanlar Mahallesi’ndeki “Tokmak” ailesinden para ile satın almışlardır.

İnebolu Muhacir İskan Komisyonu tarafından, Torun Dede’nin iskanında zorluk çıkarılması üzerine, Süleyman Ağa’nın İnebolu’ya giderek muhacir komisyonu üyelerine başvurduğu, kendisini terslemelerine sinirlenerek, komisyon üyelerini tehdit ettiği, yakalanarak hapse atıldığı ve üç ay kadar hapiste yattığı, bazı yaşlılar tarafından anlatılmaktadır.

Mumiyenti adının, muhacir olarak geldikleri Meydancık’taki köylerinin adından geldiği sanılmaktadır. Meydancık bucağında da bugün, bu isimle bir mahallenin olduğu, burada yaşayan ahaliden bazılarının, eskiden mum yaparak sattıkları bilinir. Mumları neden yaptıklarını, nasıl değerlendirdiklerini öğrenmek mümkün olmadı. Mumiyenti adını sadece Gürcüler kullanır. Çevre köylerde yaşayanlar bu mahalleye “Şakir Usta’nın Evi” veya “Şakir Usta’nın Köyü” derler. Köy sınırlarını gösteren krokide de, bu noktanın “Şakir Usta’nın Evi “diye belirtildiği görülmektedir.

Katip Mahallesi’nden sonra, Hamidiye Köyü’nün en manzaralı mevkiidir. Çam, köknar ve meşe ağaçlarının kapladığı ormanın kıyısında, iki hanede Şakir Ustanın oğulları ve torunları yaşamaktadır. Torun dedenin Sefer, Ahmet ve Şakir adlarındaki üç oğlundan Sefer, Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınmış, bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Ahmet adındaki oğlu ise ilk iskan edildikleri İzmit’te yerleşerek burada kalmıştır. Ahmet’in ölümünden sonra Saliha adındaki kızını Şakir Usta büyütmüştür. Seferberlikte askere alınan Şakir Usta, Irak cephesindeki savaşlara katılmış, Kurtuluş Savaşı’nda da bulunmuştur.

Şakir Usta hakkında, ilerideki bölümlerde de anlatacaklarımız olacak. Zira Şakir Usta, Hamidiye Köyü’nün tarihine iz bırakanlar içinde gerçekten çok önemli bir yere sahiptir.
7. KABALAKDÜZÜ MAHALLESİ

Hamidiye Köyü’nün son mahallesidir. Kayadibi ve Kirazlı köyleri ile sınır bağlantısı vardır. Kastamonu-Çatalzeytin karayolu, mahallenin yakınından geçerek, Karamanlar Mahallesi ile Kabalakdüzü arasında sınır oluşturur. Hamidiye’ye ait bazı evler, bu sınırın Karamanlar tarafında bulunur. Ancak resmi işlemleri Hamidiye Köyü muhtarlığı tarafından yürütülür.

Karayolunun kenarında, mahallenin mezarlığı bulunmaktadır. İlk yerleşim yeri olarak bugün “göl tarla” diye bilinen mevkiye yerleşmişler, evlerini yan yana kurmuşlar, arazilerini de evlerin konumlarına göre aşağıya doğru sınırlandırmışlardır. Müşterek hizmetler için mezarlık alanı, okul ve cami arsası olarak da yer ayırmışlardır.

Mahallenin adının kim veya kimler tarafından konulduğu bilinmiyor. Yaşlılardan İsmail Kaplan’ın anlattığına göre; eskiden bu topraklarda, yaprakları şemsiye gibi geniş, adına Kabalak dediğimiz otlar çok oluyormuş. Bu otları kurutup kışın hayvanlara verirlermiş. Bizimkiler buraları ekip biçmeye başlayınca kökü kesilmiş. Kabalak otunun çokluğundan dolayı köye bu isim verilmiş.

Yine bazı rivayetlere göre, mahallenin aşağısındaki Kirazlı Köyü’nün “Kaplak” Mahallesi’ndekilerin muhacirlerinden önce, buraları hayvan otlatmak için kullandıkları, bunun için “Kaplakların Yeri” diye söylendiği anlatılıyor.
Muhacirlerin buraya yerleşmesinden sonra da aynı adın kullanıldığı, Gürcü erkeklerin başlarına giydikleri, adına “kabalak” denilen başlığın da bu isimle bağdaştığı, çevre köylüleri tarafından “kabalaklıların köyü” diye söylendiği anlatılmakta ise de İsmail Kaplan’ın anlattıklarının daha doğru olduğu sanılmaktadır.

Köyün öteki iki mahallesinin de adları eski adlarıdır. İlyas Mahallesi ve Atmeydanı isimleri de Gürcü göçmenlerden önce kullanılan isimlerdir. Bu mahalleye yerleşen hane sayısı, 6 aileden ibarettir. Bunlardan bir tanesi, bilahare buradan ayrılarak, Amasya’daki akrabalarının yanına dönmüştür.

Kabalakdüzü’ne iskan olunan aileler İlyas Mahallesi’ndekiler gibi Meydancık bucağının köylerinden geldiler. Bunlardan Hacıoğlu Ali Bego’nun “Zata” köyünden, Urfan dedenin “Diyoban” köyünden olduklarını biliyoruz.

Artvin’in denize uzak olan iç bölgelerinden göç etmek zorunda kalan 93 muhacirleri, Rusların eline düşmemek için Batum iskelesinden göçmen taşıyan gemilere binemediler. Kars, Ardahan ve bu çevreden muhacir olanlarla beraber, karayolu ile önce Sivas toprağına, oradan da Tokat, Amasya ve Çorum vilayetlerine dağıldılar.

Kabalakdüzüne yerleşen Hacıoğlu Ali Bego ve öteki aileler, göçmelerinden sonra önce Amasya, Tokat taraflarında birkaç yıl kalmışlar, 1880 yılında İlyas Mahallesi’ne iskan edilen komşuları ve akrabalarının yerlerini öğrenince, buraya gelmişlerdir.

Hacıoğlu Ali Bego Dede’nin torunu Ali Kaplan’ın anlattıkları şöyledir:

“Dedemler Artvin’den muhacir olunca yürüye yürüye, köyden köye konaklayarak gelmişler. Yollarda çok sefillik çekmişler, açlıktan hastalıktan ölenleri kefensiz toprağa vermişler. Önce Tokat taraflarında kalmışlar, babamı burada okuması için medreseye bırakmış, sonra buraya gelmişler. Babam da Tokat’ta okurken, anamı sevmiş ve kaçırmış, akrabaları anamı geri almışlar. Babamdan sonra anamın dayısı araya girmiş, güzellikle olsun diyerek, nikahlarını yapıvermiş. Babam da anamı Niksar’dan alıp buraya getirmiş.”

Hacıoğlu Kara Mustafa'nın Ali, ihtiyat askerliğinde...

Çocukluğumuzda, babam Süleyman Kaplan (Tonton Dede) arkadaşları ile sohbetlerinde, askerlik ve çocukluk anılarını anlatırken, ben de can kulağı ile dinlerdim:

“1949 senesinde, askerden terhis olup gelirken, Sivas’ta trenden indim. Bir kamyonun üstünde yer bulup, Tokat’a geldim. Akşam olmuştu, aylardan hazirandı, Ramazan günüydü. Hükümet konağının karşısındaki Ali Paşa hamamının yanında bir otele girdim. Bavulumu otelciye bıraktıktan sonra çarşıya çıktık. Yanımda Amasyalı bir asker vardı, izine geliyordu. Beraber aşçı dükkanına girdik.

Karnımız çok acıkmıştı. Tokat yemyeşildi, canım bol sirkeli marul salatası çekmişti. Aşçıya, ‘Marul salatası var mı’ diye sordum. ‘Var’ dedi. Kocaman bir tabak marul salatası yaptırdık, suyuna ekmek bana bana yiyip bitirdik. Lokantadakiler hep bize bakıyordu.

Ertesi gün, Niksar’a giden bir posta arabası ile annemin köyüne gittim. Annemin dayılarını, kız kardeşlerini, kardeş çocuklarını, velhasıl akrabalarını gördüm.


Rahmetli annem gelin olup geldikten sonra bütün ömrü boyunca bir kere gidebilmiş babasının köyüne. Yürüye yürüye gidip gelmişler, bir daha da kısmet olmamış.”

Yıllar sonra ben de Niksar’ın Osmaniye Köyü’nü ziyaret ederek, babaannemin çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği topraklarda hasretini dindirmeye çalışmıştım.

Kabalakdüzüne yerleşen ailelerden, Kara Ali Çavuş’un, on sene kadar burada kaldıktan sonra, tekrar evini göçünü toplayıp Amasya taraflarında kalan akrabalarının yanına geri dönmüş olması da, bunların Tokat-Amasya taraflarından geldiğine dair bir iz sayılabilir.

Kabalakdüzü’ne yerleşen aileler şunlardır:

1- Çüverebuli Kara Ali Çavuş,
2- Hacıoğlu Ali Bego,
3- Diyobanti Urfan,
4- Subuketilerden Hüseyin (Deli Hüseyin),
5- Osmanoğlu Gülali (Bu ailenin Ütrükoğlu lakabıyla da anıldığı söyleniyor),
6- Hacıoğullarından Molla Mehmet.

Molla Mehmet Dede’nin, öteki ailelerden sonra buraya bekar olarak geldiğini, amcası Bego Dede’nin kızı ile evlenerek, Hamidiye’de yerleştiğini de köyün yaşlıları anlatmaktadır.

Çüverebulili Ali Çavuş, buranın arazisini beğenmeyerek, Amasya taraflarındaki akrabalarının yanına gitmiş, kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Ali Çavuş’un Şemsiye adındaki kızı, Torun Dede’nin oğlu Sefer ile evlendiğinden burada kalmıştır. Şemsiye’nin kocası seferberlikte ölünce, Atmeydanı’ndaki Osman Çavuş ile evlenmiştir.

Sefer ile Şemsiye’nin evliliklerinden olan Gülhanım, Hacıoğullarından İsmail Kaplan ile evlenmiştir. Rahmetli Gülhanım yenge, benim Tokat’ta çalıştığım yıllarda, ne zaman köye gelsem, dedesinin Amasya’ya gittiğini, orada dayıları ve yeğenleri olduğunu, ama nerede olduklarını bilemediğini, yazmasının ucuyla yaşlı gözlerini silerek, elleri titreyerek anlatırdı.

6. BÖLÜM: HAMİDİYE KÖYÜ

1. HAMİDİYE KÖYÜ’NÜN SINIRLARI

Çatalzeytin İlçe İdare Kurulu’nun 12.12.1962 tarihli kararına göre, köyün sınırları şöyledir:
Doğusu Saraçlar Köyü’nden ayıran Çağlar Çayı (Minci çayı);
batısı Kirazlı Köyü ile hudut olup Köklük Boğazı ve Koruluk Kaya;
kuzeyi Çatalzeytin, Çelebiler Mahallesi ve Hasan Deresi, Tavukçu Oluğu, Say Yolu, Müezzin Göynüğü, Değirmen Deresi; güneyi Kayadibi Köyü ile ayıran Maşatlar Deresi Melhenler mevkii, Şakir Usta evi, Türbe Güneyi.
"İlçe İdare Kurulu tarafından tesbit edilen sınırları gösteren basit kroki..."

Bu sınırlar, ilçe Özel İdare Müdürlüğü’nce, basit krokiye bağlanarak Tapu Sicil Müdürlüğü’ne verilmiş, 12.07.1963 tarihinde tapu kayıtlarına geçirilmiştir. Ancak bu sınırlara pek itibar edilmez. Çevredeki sınır köyleri ile orman yüzünden zaman zaman sınır anlaşmazlıkları olmaktadır. Orman İşletme Müdürlüğü’nün orman haritalarında, Hamidiye sınırları dahilinde görülen bir kısım yerlerin, Kirazlı, Yukarı Sökü ve Kayadibi Köylerine ait ormanlık alanları kapsadığı görülmektedir.

Esasen köylüler arasındaki paylaşım, ilk gelen dedelerin zamanında tespit edilen sınırlara göre yapılmaktadır. Kroki üzerindeki bazı noktalar, ormanlık alanlardan geçmektedir. Bu durum, sınırların tam yerini belirlemekte sıkıntı yarattığından, buralarda kalan ormanlık alandan, Hamidiye köylüleri de faydalanmaktadır. Bu faydalanma, kışlık odun ihtiyacının karşılanması şeklinde olmakta, Orman İşletmesi’nce yapılan istihsalin üretiminde çevre köylüleri çalışmaktadırlar.

Kabalakdüzünün güneybatısındaki Gölebe ve Köklük Boğazı’na kadar uzanan, kayın ağaçlarının yoğunlukta bulunduğu ormanlık arazi, Hamidiye Köyü sınırları içinde görülmektedir. Katip Mahallesi’nin kuzeyinde de bir miktar ağaçlık bulunmakta ise de köylüler tarafından zaman zaman ve son yıllarda Orman İşletmesi’nin yaptığı kesimler nedeniyle, orman varlığı azalmaktadır. İlyas Mahallesi’nin Kayadibi Köyü istikametindeki Salih Köyü mevkiinde, bir miktar çam ve köknar ağacının bulunduğu küçük bir koru vardır. Burasının Hafız Mehmet ve arkadaşlarınca, sahiplerinden 10 sarı altına satın alındığı ve buraya yerleşen on aile tarafından, müştereken kullanıldığı anlatılmaktadır. Ancak bu bölgenin tapusu çıkarılmadığından, her ne kadar köylü sahiplik iddiasında ise de Orman İşletmesi mülkiyetinde görülmektedir.

"İlçe İdare Kurulu'nun köyün sınırlarını belirleyen kararı..."

2. HAMİDİYE KÖYÜ’NÜN ARAZİ YAPISI

Çağlar Çayı kıyısından başlayarak, Köklük Boğazı ve Gölebe’ye kadar uzanan Hamidiye Köyü, zirai bakımdan verimsiz bir araziye sahiptir. Tarlaların büyük çoğunluğu, köylülerin ormanları keserek açtıkları topraklardır. Arazinin engebeli olmasından dolayı, ekim işi iptidai usullerle yapılmakta, toprak karasabanla aktarılmaktadır. Genç nüfusun son yıllarda büyük şehirlerde yaşamaya başlaması yüzünden, köyde kayda değer bir zirai üretim yapılmamaktadır.

Son yıllarda bazı tarlalar traktörle sürülmekte ise de bu işi köyde yaşamakta ısrar eden yaşlılar, kendilerine bir uğraş olarak yapmaktadır. Eskiden her evde, 15-20 baş küçük-büyük baş hayvan bakılırdı. Bunların gübreleri tarlalara serilir, toprağın verimi artırılmaya çalışılırdı. Son yıllarda kimyasal gübre kullanımının artması, hayvan sayısının da azalması, arazinin verimini düşürmüştür. Şimdilerde ise köyde kalanlar, küçük bir tarlayı ekip biçmekte, yanında ufak bir bostan yaparak, kendi ihtiyaçlarına yetecek kadar sebze yetiştirmektedir.

Köyün ilk mahallesi olan İlyas Mahallesi ile en yukarıdaki Kabalakdüzü Mahallesi arasında, hissedilir bir rakım farkı bulunmaktadır. Hemen hemen deniz seviyesinde sayılabilecek aşağı mahalle ile aralarında 550 metre rakım farkı olduğu görülür. Bu nedenle aşağı mahallede ekinler, meyveler daha erken olgunlaşır. Dutlar, kirazlar, incirler, aşağı mahallede biterken, yukarıda yeni yeni olgunlaşmaya başlar.

Kabalakdüzü’nde, yakın zamanlara kadar incir meyvesi, olmuyor, diye dikilmezdi. Son yıllarda birkaç ailenin bahçesinde yetiştirilen ağaçların meyve verdiği görülmektedir. Kokulu kara üzüm, barakay armudu gibi bazı meyvelerin yenileri dikilmediği, olanlarına da gereken bakım yapılmadığı için, cinsi tükenmek üzeredir.

Köyün her mahallesinde, bazı yerlere verilmiş olan isimler dikkat çekmektedir. Atmeydanı ile Çelebiler arasında sınır sayılan “Hasan Deresi” ismi, Ak Hasanın adından esinlenerek konulmuştur. Katip Mahallesi ile Tarakçılar Mahallesi arasındaki derenin adı “Değirmenderesi”dir. Bu dereye, üzerinde bulunan ve genellikle kışın kullanılan değirmenden dolayı bu isim verilmiştir. Aynı şekilde Kabalakdüzü’nde de, mahallenin hemen altından geçen dereye, üzerine kurulan değirmen nedeniyle “Değirmen deresi” denilmiştir.

Yine Köklük Boğazı’nı geçip ormana girdiğinizde, mantar toplayanların çok iyi bildiği “Şakir Emiya’nın Tezgahı” denilen bir bölge vardır. Buraya, Kabalakdüzü’ndeki Deli Hüseyin Dede’nin oğlu, seferberlik gazisi Topal Şakir’in, hızar biçmek için kurduğu tezgahlarından dolayı bu isim verilmiş ve burası 70-80 yılı aşkın zamandır aynı isimle anılır olmuştur.

Bazı tarla ve bostan isimleri de ilginçtir. Gağma Bostan, Kasliyen Kana, Çalay, Topala Kana gibi yer adları halen kullanılmaktadır.

Aşağıköy’den Kemal Acar’ın babasının kurup uzun yıllar da işlettiği değirmenin “Mehmet Usta’nın Hasan’ın Değirmeni” olarak bilinen adı, işletenlerinin ve sahiplerinin değişmesine rağmen, hala aynı adla bilinmektedir.

Köyün dört mahallesinde de akar su yoktur. Aşağı mahallenin çay kıyısındaki bostan ve küçük tarlalarını saymazsak, akar su ile sulanan arazi yoktur. İçme suyu sorunu büyük ölçüde giderilmiştir. Kabalakdüzü, Katip Mahallesi ve İlyas Mahallesi sakinleri, içme ve kullanmada, orman içlerindeki kaynaklardan getirdikleri suyu kullanmaktadır. Atmeydanı Mahallesi’nde de hemen her evin önünde çeşme veya kuyu vardır. Genelde su sıkıntısı çekilmez, ancak su, bahçe ve tarla sulamada kullanılacak kadar bol değildir. Burada bazı su kaynaklarının, sıcak geçen yaz mevsimlerinde azaldığı, hatta tamamen kuruduğu görülür.

Kabalakdüzü Mahallesi’nin suyu, 1978 yılında, o zamanki imkanlar kullanılarak Bataklar mevkiinden getirilmiş, Gölebe’deki kaynak da bu suya alınarak, getirilen su, 16 haneye eşit olarak taksim edilmiştir.

1996-1997 yıllarında Katip Mahallesi sakinleri birleşerek, köye yaklaşık 12 km. uzaklıktaki “Ayı Gölü” mevkiinden, orman içindeki su kaynaklarını bir araya toplayıp su getirdiler. Mahallenin üst yanına yaptırdıkları 110 tonluk depodan, evlere su bağladılar. Katip Mahallesi’nin İstanbul’da çalışan gençleri, bu suyun getirilmesinde hem maddi hem de bedeni olarak katkıda bulundular. Bilhassa boruların kanallara gömülmesinde, mevsimin bütün olumsuzluklarına rağmen yağmur, çamur, soğuk demeden çalıştılar. Gençlerin bu hareketi ve köylerine olan hizmeti, il ve ilçe yöneticileri tarafından takdirle karşılanmış, köyümüzün birlik ve beraberlik içinde sergiledikleri bu çalışmalar, bazı devlet hizmetlerinin yerine getirilmesinde öncelik alınmasını sağlamıştır.

İlyas Mahallesi dışındaki üç mahallenin, Kastamonu- Çatalzeytin karayolu ile bağlantısı bulunmaktadır. Karayolu ile mahalleler arasındaki tali yollar, kullanılır durumdadır. Geçtiğimiz yıllarda, buraların alt yapısı yeniden gözden geçirilmiş, dere yataklarındaki menfezler yenilenmiş, dozer ve greyder yardımı ile bazı yerlerde genişletilme yapılmıştır. Zemin düzeltilerek altyapı malzemesi dökülmüştür.

Ancak İlyas Mahallesi ile Atmeydanı Mahallesi’ni birbirine bağlayacak olan yol, yıllardan beri açılamamıştır. Bu mahallenin ilçe merkezi ile ulaşımı, Kayadibi, Çağlar, Kaymazlar grup yolu olarak kullanılan güzergahtan yapılmaktadır. Köyün öteki mahallerine gelmek için ilçe merkezine inmeleri gerekmektedir.

Oysa Atmeydanı ile İlyas Mahallesi arasında yapılması düşünülen yolun uzunluğu, en uygun güzergahta 1-1,5 kilometreyi geçmemektedir. Bu yolun açılması durumunda, İlyas Mahallesi’nden en yukarıdaki Kabalakdüzü Mahallesi’ne ulaşım çok kolaylaşacaktır.

Yaklaşık 25-30 yıldan beri ekilip biçilmeyen, her yanını diken kaplayan tarlalar boş durmaktadır. Ekilse bile yapılan masrafa değmeyecek kadar ürün alma imkanı bulunan araziden yol geçirilmesine izin vermeyen bazı ailelerin, bu davranışlarının nedeni anlaşılamamaktadır. Bu konuda yaşlılar anlayış göstermemekte, yıllardır ekip biçmedikleri, hatta içinden bile geçmedikleri, neredeyse orman haline dönüşen bu verimsiz topraklara anlamsız bir bağlılık göstermektedirler. Gurbetteki gençlerin de, yılda bir veya iki defa tatil için geldikleri, hatta bazılarının yıllardır uğramadıkları köylerindeki bu önemli sorundan haberleri yoktur. Olanlar da büyüklerinin etkisinden ve sözünden çıkmamaktadır.

Bu yolun açılması konusu, Köy Hizmetleri Müdürlüğü tarafından zaman zaman programa alınmasına rağmen, tarla sahiplerinin olumsuz tutumları yüzünden gerçekleştirilememiştir. Hamidiye köyü gençlerinin her konuda olduğu gibi bu konuda da bir araya gelerek, sorunu çözmeleri gerekmektedir.

Eski valilerden Halil Rıfat Paşa “Gidemediğin yer, senin değildir” sözünü, köy yolları için söylemiştir.
3. HAMİDİYE KÖYÜ’NDE NÜFUS YAZIMI

1880 yılından itibaren başlayan, 93 muhacirlerinin göç etme ve yerleşim süreci 10 yıl kadar sürdü. Bu zaman dilimi içinde, Hamidiye Köyü’ne çeşitli tarihlerde 32 ailenin iskan edildiği nüfus kayıtlarından anlaşılmaktadır. Bu ailelerin toplam nüfus sayısını çıkarmak mümkün olmadı. Bazı aileler, burasını beğenmeyerek başka yerlere gittiler, gidenlerin nerelerde yerleştikleri kesin olarak bilinmiyor. Bunlardan, Çüverebuli Ali Çavuş’un Amasya’ya gittiği söyleniyor. Bu şekilde dört ailenin Hamidiye’den ayrıldıklarını tespit edebildik. Geri kalan 28 ailenin ise burada kalarak Hamidiye Köyü’nü oluşturdukları görülüyor.

1905 yılında yapılan nüfus sayımı sırasında, Katip Mehmet Efendi’nin, köyde yaşayanların listesini çıkarıp İnebolu’ya götürerek, nüfusa yazdırdığı rivayet edilmektedir. Bu konuda Halil Turan şöyle anlatıyor:

“O zamanlar bizim köy, İnebolu’ya bağlıymış. Mahkemede, tapuda, nüfusta işi olanlar, Çatalzeytin’den deniz yoluyla, motor bulabilirlerse motorla, bulamazlarsa yaya olarak İnebolu’ya giderlermiş, işlerini gördükten sonra da aynı şekilde geri köye dönerlermiş.
Nüfus yazımı için köyden seçilen heyet, ellerinde listeler ile atlara binip, karadan İnebolu’ya gitmişler. İnebolu’ya varınca ne görsünler, nüfusun önü ana baba günü. Başka köylerden gelenler, nüfusta başka işi olanlar... Millet sıraya girmiş bekliyor.

Nüfus memurunun yanına yaklaşan Katip Dede, Çatalzeytin’den geldiklerini, muhacir olduklarını, köyde işlerinin çok olduğunu söyleyerek, kendilerinin öne alınmasını istemiş. Nüfus memuru da sıraya girmelerini söylemiş. Adamın eli çok yavaş, on dakikada bir aileyi bile zor yazıyor. Bunun üzerine Katip Dede, nüfus memuruna yaklaşıpBenim okumam da yazmam da var, istersen sana yardım edeyim, bizim köyün nüfusunu ben yazayım’ demiş. Katip Dede’nin önüne defteri veren, bizimkilerin kaydının kısa zamanda yanlışsız olarak yazıldığını gören nüfus memuru, defteri kapattığı gibi Kaymakam’a gitmiş. Defteri ve dedenin yazdıklarını göstermiş. ‘Bu adamı buraya alalım, çok işimize yarar’ demiş. Kaymakam, Katip Dede’yi çağırıp İnebolu’da kendisine iş verebileceklerini söylemiş. Katip Dede, köylerinde çok işleri olduğunu ve burada kalamayacağını anlatmış ve işi kabul etmemiş.”

Esasen paraya ihtiyacı olmadığını, çalışmayı da pek sevmediğini, göç sırasında yüklüce bir para ile geldiğini dedem anlatırdı, diyor Halil Turan.
4. HAMİDİYE KÖYÜ’NDE SOYADI ALINMASI

Hamidiye Köyü’ndeki ailelerin soyadlarını araştırdığımızda, aile lakaplarını veya bunu çağrıştıran isimleri tercih etmedikleri görülüyor. Yalnızca bir aile, büyük dedelerinin birinci adını soyadı olarak kullanmaktadır. Mumiyenti (Torun) Mehmet Dede’nin “Torun” olan adını, oğlu Şakir Usta soyadı olarak almıştır. Bu ailenin nüfustaki aile lakabı “Alemdaroğlu”dur. Katip Mehmet Dede’nin de aile lakabı Süleyman Alemdaroğlu olmasına rağmen, bu adı kullanmamışlardır.

Soyadı kanunu çıkınca, aileler tercihlerini yaparken güç, kuvvet, ataklık, cesaret ve bunlara benzer simgeleri çağrıştıran isimleri almayı tercih etmişlerdir. Aslan, Kaplan, Çelikkıran, Taşkıran, Yıldıran, Şahin, Kaya, Acar gibi isimlerin yanında Demir, Demirkıran gibi isimler dikkati çekmektedir.

Bir diğer husus da, aynı baba ve anneden doğan kardeşlerin ayrı ayrı soyadlarını kullanmasıdır. Soyda aynı dede veya babadan geldikleri halde, değişik soyadlarından dolayı bugün bazı amca çocukları veya onların çocukları akrabalık derecelerini iyi bilememektedir. Atmeydanı’nda yerleşen Yunus Dede’nin iki oğlu Demir soyadını alırken, diğer üç oğlu Çetin, Çakmak ve Yıldıran soyadını almayı tercih etmişlerdir. Yine Yunus Dede’nin büyük oğlu Mehmet Çavuş’un oğlu Emrul Amca, Taşkıran soyadını kullanmaktadır.

İlyas Mahallesi’ndeki Molla İrfan ve kardeşi Kel Raşit Dede, Katip Mahallesi’ndeki Süleyman Ağa ile öz kardeş olmalarına rağmen, soyadı alınırken kardeşler, ayrı ayrı isimleri tercih etmişlerdir. Molla İrfan’ın çocukları Kaya, Kel Raşit’in çocukları Yıldırım, Süleyman Ağa’nınkiler de Aslan soyadını almışlardır.

Karslıoğullarının dedelerinin Meydancık’a Kars’tan geldikleri, kendilerine burada da “Kars’tan gelenler” anlamında “Karsliyenti” denildiği, bu lakapla halen Meydancık’ın köylerinde bazı ailelerin yaşadığını öğrendik. Bu aile dedeleri, aile lakabını soyadı olarak kullanmaktadır.

Atmeydanı Mahallesi’ndeki Ak Hasan ve kardeşi Süleyman “Yaşar”; İlyas Mahallesi’ndeki Hafız Mehmet ve kardeşi Şahvelet “Şahin” soyadını almışlardır. Bugün ayrı mahallelerde ve çoğu gurbet denilen çöle dağılan yeni nesil, kardeş ve amca çocuklarının çocukları, torunları arasındaki akrabalık bağları, her geçen gün incelmekte, gençler birbirlerini tanımamaktadır.