24 Haziran 2008 Salı

13. BÖLÜM: NASIL ALÇICI OLDULAR?

Köyün kurulduğu 1880 yılından itibaren, dülgerlik, marangozluk, demircilik ve değirmencilik gibi meslek dallarında yoğunlaşan Hamidiye Köyü’nün 1950’li yıllardan sonra farklı mesleklere yöneldiği görülmektedir.

Esasen dedelerimiz muhacir oldukları coğrafyanın doğal şartları nedeniyle uzun yıllar orman ve orman ürünlerine bağlı zanaatı iş kolu olarak gördüler. Ahşap ev yapımında bölgede öne çıktılar. Büyük ustalar yetişti, çevre köy ve kasabalarda çalıştılar.

Dülgerlik ve marangozluk yanında demircilik yapanlar da vardı. Demircilik yapanlar arasında mesleği ticari boyutlara taşıyan Karslıoğullarından Halil Özcan ‘Demirci Halil’ yıllarca kasabada demirci dükkanı çalıştırdı.Demirci Emrullah ile Molla Mehmet’in Yusuf’un da demirci olarak bu işi yaptıkları bilinmektedir. Demirciler çevre köylerin de rençberlik (çiftçilik) gereçlerini yaparlardı. Kazma, balta, saban demiri gibi aletlerin yenisini yaptıkları gibi tamirini de yaparlardı. Bölgedeki geniş orman varlığı ahşaba dayalı zanaatın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. El hızarı ile tomruklardan duvar, tahta, kalas biçilmesi, balta ile ağaç yontulması, saban, boyunduruk, düven yapılması, küçük el takımlarının yardımıyla ihtiyaç duyulan pek çok şeyin üretilmesinde bilgi ve beceri kazandılar.

Büyüklerinden gördüklerini gençler devam ettirdiler. Gençlerin yaptıklarını seyreden çocuklarda, küçük yaşta keser tutmasını, testere sürmesini, yazın binmek için araba , kışın kaymak için kızak yapmasını öğrendiler.

1950 yılından sonra karayolları açılmaya başlandı. İlçeler il merkezine, köyler ilçe merkezine bağlandı. Deniz yolu ile yolculuk giderek azalmaya başladı. Oysa o zamana kadar tek ulaşım denizden yapılırdı. Sinop- İnebolu-Zonguldak, İstanbul hattında yük ve yolcu taşıyan vapurlar vardı. Anafarta, Tarı, Etrüks vapurları bu yolun emektarlarıydılar. Gurbete bunlar ile gidilir, gurbetten onlar ile dönülürdü. İnsanlar giderken de gelirken de bu vapurların ambarına güvertesine doluşur, yatağı yorganı olanlar sarınıp yatar, yatacak yeri olmayanlar ambarın kuytularında soğuktan korunmaya çalışırdı.

Gurbete çıkanları gittikleri yerde hemşerileri karşılardı. Zonguldak iskelesinde inenler, limanda amele çavuşluğu yapan Arap Mustafa’yı bulur, limana işbaşı yaparlardı. Limanda çalışmak zordu. Gelip geçen yük ve yolcu vapurlarına kömür yükleme işinde çalışırlardı. İstanbul’a gidenler Tophane’de vapurdan iner inmez Küçükpazar’daki kahvenin yolunu tutar, kendilerinden evvel gelenleri burada ararlardı. Hemşerilik bağları çok sağlamdı. Gurbete geleni dışarıda bırakmaz, yemeğini yatağını paylaşır, iş bulmasına yardımcı olunurdu.

O yıllarda gurbete çıkmak kışın köyde boş oturmak yerine üç beş kuruş kazanmak içindi. Sonbaharda gurbete çıkılır, ilkbaharda köye geri dönülürdü. Bu gidiş gelişler sırasında kalıcı bir iş yerine günü birlik işlerde çalışılır, belirli bir meslek edinmek veya bir zanaat öğrenmek yerine köyde rençberliğe önem verilirdi. Kazanılan parayı tarla almak, ev yapmak, öküzün ineğin sayısını artırmak gibi işlere harcamak daha akılcı sayılırdı.

Gurbete çıkanların bazıların köyde öğrendiklerini burada da değerlendirdiler. Tarihi eserlerin onarımında çalışan taş yontu ustaları, Kuruçeşme’deki kömür depolarında ihtiyaç duyulan küfe ve sepetleri yapanlar vardı. Gözde mesleklerden biri de yorgancılıktı. Bir yorgancının yanında iş bulmak kalfa, usta olmak imrenilecek işlerden sayılırdı.

Zonguldak’a gidenler kömür işletmelerinde bekçilik, katiplik, odacılık gibi işlerde çalışmaya başladılar. Kısa zamanda kendilerini göstermeyi başardılar. Bekçiler bekçibaşı, katipler memur, odacılar çalıştıkları işyerlerinde güvenilir eleman oldular. 1950 sonrasında Zonguldak’a gelenler Dursun Çavuş (Şentürk), Süleyman Kaplan(Tonton Dede), İbrahim Çetin (İbrahim Çavuş)’in çalıştığı bölgelerde çoğaldılar.

İstanbul’a gidenlerin büyük bir kısmı ilkbaharda köye geri dönerken bazılar buldukları işlerde veya girdikleri zanaat dalında kalarak yeni bir dönemin ilkleri oldular.

1950’li yılların başından itibaren İstanbul’da geniş çaplı istimlaklar yapılıyor, cadde ve sokaklar genişletiliyordu. O zamana kadar sur içinde sıkışan şehirleşme, surların dışına taşıyor, bağlar bahçeler bostanlar imar planlarına alınıp arsaya dönüşüyordu. Bu arsalarda kısa zamanda apartmanlar yükseldi. Karadenizli yap-satçı laz müteahhitler bu sıralarda türediler, zaman içinde de İstanbul’da inşaat piyasasını yönetir oldular.

İnşaat sektöründe yaşanan yoğunluk Ermeni alçı ustalarının işine yaramıştı. İş çoktu, zanaatkar azdı. Fiyatlar kısa zamanda yükselmeye başladı. Evlerine alçı işi yaptırmak isteyen laz müteahhitler Ermeni ustaların istedikleri fiyatı vermek zorunda kalıyordu. Bu maliyeti yükseltirken kar oranını azaltıyordu. Gerçi Ermeni alçıcıların yanlarında çalışan Türk işçiler vardı ama, bunlar daha çok getir götür işlerine koşturuluyordu, alçı döküm atölyelerine sokulmuyorlardı. Bazı açıkgöz Türk işçiler inşaatlardaki montaj sırasında gördükleri ile kendi aralarında denemeler yaptılar ise de sonuç alamadılar. Bunlar dökümhanelere sokulmadıkları için alçının suya nasıl karıştırıldığını, kıvamını nasıl bulduğunu, kalıplara dökülüşünü, ketenin serilişini, dökülen alçının kalıptan ne kadar zaman sonra çıkarıldığını öğrenemiyorlardı.

Montaj işindeki Ermeni ustaların yanında çalışan Türklerden bazıları gördükleri ve duyduklarını uygulayarak pek çok deneme yapmalarına rağmen, başarılı olamadılar. Kalıplara döktükleri alçılar yapışıp kalıyordu. Kalıpların yağlanmasında kullanılan sıvının sırrını çözemediler, yağlı su, gaz yağı, sabun köpüğü, motor yağı hatta gres yağı bile kullanmalarına rağmen olmuyordu. Ya dökülen alçı tamamen kalıba yapışıp kalıyor ya da alçının rengini bozuyordu.

1948’li yıllarda İstanbul’a gelerek inşaatlarda ustalık yapan Trabzonlu Abdullah Usta, sanat okulu mezunu Düzceli Ömer Hanoğlu ile ortaklaşa inşaat yapıyor daire daire satıyordu. Ermeni alçıcıların devamlı fiyatlarını artırmalarından usanmışlardı. Bu işin sırrını çözmeye karar verdiler. Alçıyı kalıbından “tereyağından kıl çeker gibi” ayıran bu sihirli sıvının ne olduğunu öğreneceklerdi.

Öğrendiler de!..

Ömer Usta bir iş görüşmesini bahane ederek Ermeni alçıcının dükkanında modelleri ve kalıpları incelerken, Abdullah Usta gizlice yanında getirdiği şırınga ile sihirli sıvıdan bir şırınga dolusu çekmişti bile.

Tanıdıkları bir dostlarının aracılığı ile laboratuarda tahlil ettirdikleri sıvının, arap sabunu, gaz ve sudan ibaret olduğunu öğrenince, Abdullah Usta kendini tutamamış “Ulan kefere yaktım seni” diyerek parmaklarını şaklatıp, Ömer Usta’nın şaşkın bakışları arasında iki defa dönüvermişti.


Kadıköy Altıyol Söğütlüçeşme semtindeki depo temizlendi. Derme çatma da olsa döküm tezgahları kuruldu. Emaye kaplı birkaç leğen alındı. Kadıköy tarafında alçı satılmıyordu, motorla karşıya geçilip küçük pazardaki Ermeni toptancılardan “zümrüt” marka 10 torba alçı, Eminönü’ndeki Rum’un dükkanından da beş-altı gelep keten alındı. Bir kayık kiraladılar, aldıklarını kayıklara yükleyip karşıya geçirdiler. Akşam ezanı okunurken işleri ancak bitti, her şey hazırdı, yarın sabah Allah’ın izni ile döküme başlayacaklardı.


Sabah erkenden işe koyuldular, tezgaha yatırdıkları o zamanın en gözde modeli olan “üzümlü kartonpiyer” kalıbını yağlayıp alçıyı döktüler. Ömer Usta ellerindeki alçı bulaşığını yıkamayı unutmuş, kuruyan alçı dirseklerine kadar bulaşmıştı. Ortağı Abdullah; sık sık döktükleri alçıyı nasırlı parmakları ile kontrol ediyor, donup donmadığını anlamaya çalışıyordu. Titreyen parmakları ile kalıba döktükleri alçıya sevgi ile bakıyorlardı. Sigarasını bitiren Ömer Usta “Tamam Abdullah, donmuş çıkaralım” dedi. Yavaş yavaş kalıbı oynattılar, ucundan tutup ayırdılar, yağlı kalıptan sıyrılan “üzümlü kartonpiyer” kolay doğum yapan kadının rahatlığı ile gülümseyerek ellerine doğuyordu.

Ermeni alçıcıların piyasadaki tekeli kırılmıştı.

Basa Yusuf’un Fikri de gurbetçiler kervanına katılmış, İstanbul’a gelmişti. Ağabeyi Sabri iki sene önce köyden ayrılmış, bir yorgancının yanında iş bulmuş neredeyse kalfa çıkacaktı. Fikri önceleri inşaatlarda çalıştı. Yatacak yer meselesini halledememiş, bazen inşaatın yanındaki tahta barakada bazen de ağabeyinin yanında kalıyordu.


Ömer Usta’nın inşaatında çalışan işçiler, tahta barakalarda yatarlardı. Çoğunun yatağı yoktu, çimento torbalarını kuru tahtaların üstüne kat kat sererler, yorganı olanlar arkadaşları ile ortaklaşa örtünürlerdi. Bazılarının yorganı da bulunmazdı. O zaman Ömer Usta devreye girer, iki kişiye bir yatak adam başına bir yorgan satın alır, parasını işçilerin yevmiyesinden azar azar keserdi. Sabri Usta’nın Hasan Efendi ile Ömer Usta, bu yatak yorgan alışverişlerinde tanışmışlar, zamanla kafaları uymuş can ciğer ahbap olmuşlardı. Bazı akşamlar yorgancı Hasan Efendi’yi de yanlarına alır, sahildeki salaş meyhaneleri dolaşır, bardağı on kuruştan iki üç bardak şarap içerlerdi. Ermeni alçıcıya oynadıkları oyunu Hasan Efendi’ye anlatmışlar, yakında yeni bir iş kuracaklarını filan söylemişlerdir. Şarapla şurupla başı pek hoş olmayan Hasan Efendi bu iki açıkgöz Karadenizlinin anlattıklarına başını sallamış inanmak istememiştir. Alçı dükkanını açtıklarını söyledikleri günün sabahında merak edip iki sokak ilerideki bodrum dükkanı görmeye gitmekten de kendini alamamıştı.


Yorgancı dükkanına dönen Hasan Efendi dükkanına gelenlere Ömer Usta ile Abdullah Usta’nın yeni bir şey icat ettiklerini heyecanla anlatıyordu. Ustasının anlattıklarını dikkatle dinleyen Sabri kardeşini Ömer Usta’nın yanına yerleştirmek için ustasından yardım istedi. Eğer oraya verebilirse yatacak yer sorunu kalmayacak hem de ustasının anlattığı bu yeni işi öğrenecek bir zanaat sahibi olacaktı.

Akşam amele kahvesinde Ömer Usta ile konuştular, anlaştılar. Fikri dükkanda çalışacak, orada yatıp kalkacaktı. Çok para yok demişti Ömer Usta, zanaat öğrenecek, bir öğün yemek benden olsun, iş çıkarmaya başlayınca yevmiye işini de konuşuruz. Zanaatı öğrendikçe yani iş çıkarmaya başlayınca yevmiyesi artacaktı Fikri’nin.


Hem yatacak yer bulmuş hem de inşaattaki ağır işçilikten kurtulmuştu Fikri. Canla başla çalışacak zanaatı öğrenip usta olacaktı. Yüreği kıpır kıpır sabahı zor etti. Ezanlar okunurken kalkıp giyindi. Cami şadırvanında elini yüzünü yıkayıp abdest aldı. Ayakkabılarını görebileceği yere bırakıp hocanın arkasında birinci safta namaza durdu.


İlk safta, hocanın arkasında olmanın sevabı daha çok demişti köyün imamı.

Ömer Usta’nın yarım bodrum alçıcı dükkanında çıraklığa böyle başladı Fikri. Eli işe yatkındı, ustasının yaptıklarını büyük bir dikkatle izliyor, neyin nasıl yapıldığını öğrenmeye çalışıyordu. Çabuk öğreniyor öğrendiğini de unutmuyordu. Kısa zamanda alçı karmasını, keten sermesini, kalıp yağlamasını, alçının kalıba dökülüşünü, kalıptan yeni çıkmış kartonpiyerleri özenle paketliyordu.


Bu becerikli ve çalışkan çıraktan Ömer Usta da memnundu, beklediğinden daha akıllı daha becerikli çıkmıştı. Ara sırada olsa öğle yemeklerinde çırağına tas kebabı pilav ısmarlıyordu.


Fikri kısa zamanda zanaatı öğrendi. Dükkanda döküm işi olmadığı zamanlar inşaatlara gidiyor montaj yapan ustalara çıraklık ediyordu. Ömer Usta ile Abdullah Usta baş başa vermişler yevmiyesini artırmışlardı. Montaja gittiği zamanlar zamlı yevmiye alıyordu. Köyünden büyüklerinden gördükleri işine yarıyordu. Babası, emmisi, dayısı marangozdu, eli takıma yakışıyordu. Gönye kesmeyi, çirpi ipi vurmayı, terazi tutmayı, şakül-çekül- indirmeyi, değme ustalardan daha güzel beceriyordu. Ömer Usta ufak tefek tamir işlerine gönderiyor, getirdiği parayı o senin bahşişin diyerek almıyordu. Çok geçmeden dökümde de montajda da aranan bir usta olmuştu.

Yavaş yavaş iş hayatını tanımaya başladı, akşamları iş çıkışı Hasanpaşa’daki kahvede takılıyor, arkadaşlar ediniyor, dostluklar kuruyordu. Ömer Usta’nın en gözde ustası olmuştu, montaj işinde çalışmaya başlayınca iskele, kalas, alçı torbası taşımaktan kurtulmuştu. Kısacası Basa Yusuf’un Fikri alçıcı ustası olmuştu.

Hamidiye Köyü’nün alçıya bulaşması böyle oldu. Fikri’den sonra Kazım Çelikkıran İstanbul’a gelip Fikri’nin çırağı oldu. Kazım’ın çırağı Osman Kaplan onun çırağı da Rasim Çelikkıran. 1950’li yılların sonlarına doğru İstanbul’a gelen her Hamidiyeli önce alçı tozuna bulaştı, kimi usta olup çalıştı kimi patron olup hemşerilerini yanında çalıştırırken zanaat öğrenmelerine yardımcı oldu.

İstanbul’un iki yakasında alçıcı dükkanları açılmaya başladı. Bu dükkanlara çırak usta alınırken, hısım akraba ve hemşerilere öncelik verildi. Zaman zaman aralarında rekabetler yaşandı, fiyatlar düşürüldü, becerikli elemanlara günün şartlarına göre yüksek ücret verilerek ayartıldı. 1960’lı yılların ortalarında parası olan bazı açıkgözler bu sektöre yatırım yaptılar, alçıcı olmadıkları halde dükkan açarak yanlarına alçıcıları topladılar. Bir kısmı sermaye koyarak alçıcılara ortak olup, öteki alçıcıların elemanlarını transfer ettiler. Temelden zanaatkar olmayan bu insanların zamanla piyasadan silinmeleri ile Hamidiyeli alçıcılar piyasanın aranan ustaları oldular.

1970’li yıllara gelindiğinde birinci kuşak alçıcılar arasında zanaatın mutfağından gelenler kendilerini piyasaya kabul ettirdiler. Artık sonbaharda köye geri dönmüyorlardı. Çoğunun dükkanı atölyesi vardı. Dükkan sahipleri ev kiralayarak köydeki çoluk çocuğunu İstanbul’a taşıdılar.

Okul zamanı dışında çocukların haylazlık etmesine, akranları ile sokakta oynamasına kısacası çocukluklarını yaşamalarına pek müsaade edilmedi. Alçıcı dükkanlarında çalışarak harçlık kazanan çocuklar, zanaatı babalarından, amcalarından, dayılarından öğrendiler. Akrabalarının yanına çalışmaya gönderilenler ilk günlerde tek odalı evlerde aile ortamında barındılar. Giderek gelenlerin sayısı artmaya başlayınca, bekar evlerinde yaşayanların da hayat hikayeleri konuşulmaya başlandı.

Esasen 1960’lı yılların başından beri İstanbul’a çalışmaya gelenler, bekar odalarında uzun zaman yaşamak zorunda kaldılar. Avrupa yakasında çalışan alçıcılar Cerrahpaşa semtindeki “Sarmaşık Palas” adını verdikleri bekar odasını mekan tutmuşlardı. Sarmaşık Palas’ı Süleyman Turan kiralamış, birlikte çalıştığı/çalıştırdığı hemşerileri ile kendisi de burada kalmıştı. Gelenlerin sayısı artınca eskiler yerlerini yeni gelenlere bırakıp, başka evlere taşındılar.

Avrupa yakasında çalışan Hamidiyeli alçıcılar arasında Sarmaşık Palas’ın farklı bir yeri vardı. İstanbul’a gelenler doğru buraya iner, akraba ve hemşehrilerinin yanında bir iki gece kalırlardı. Eli alçıya bulaşan, alçı tozu yutmuş ne kadar Hamidiyeli varsa Sarmaşık Palas’da mutlaka konaklamıştır.

Sarmaşık Palas’tan son olarak Bilal Öz ve Ali Kaplan ayrılmış, artık Sarmaşık Palaslar yok ama Sarmaşık Palaslarda uzun zaman yaşayanlar İstanbul’un birinciye gelen alçıcıları oldular. Özalpan Alçı Dekorasyon’un sahibi Bilal Öz o günlerini şöyle anlatıyor:

“Ben alçıcılığa Ankara’da Necati Amca’nın yanında başladım. Sonra köye döndüm, İstanbul’a Ramazan Yelkenci’nin kamyonu ile geldim. Geldim dedimse, şoför mahallinde değil, arkada kasanın üstündeki brandanın altında. Beyazıt’ta Bakırcılar’da indim. Elimde adres vardı, sora sora Beyazıt’tan Cerrahpaşa’ya yürüyerek geldim, Sarmaşık Palas’ı buldum. Hemşerilerin çoğu buradaydı, hemen kaynaştık. Burası avlu içinde sayıyla 20 metrekarelik tavanı kontrplak tek odalı bir yerdi.Bahçe duvarından itibaren evin çatısına doğru uzayan sarmaşıklar vardı, onun için sarmaşık palas adını vermişlerdi. Geceleri fareler tavanda kovalamaca oynardı, duvarlar tahta kurusu kanlarından rengini değiştirmiş gibi görünürdü. Üç dört kişi bir yatağı paylaşır, yemeği ortaklaşa yapar, çamaşırımızı bulaşığımızı birlikte yıkardık. En çok makarna pişirirdik. Evde musluk vardı ama sular sık sık kesildiği için, elimizde tenekeler ile mahalle çeşmesinde sıraya girerdik. Kendi aramızda birbirimize şakalar yapardık. Bazen şakanın ayarını kaçırıp dövüştüğümüz de olurdu. Ama dargınlık olmazdı. Büyükler araya girer, küçükleri barıştırırdı. Bazı akşamlar sinemaya, kahveye kaçardık. Ustalarımız buralara gitmemizi istemezler, öğrendiklerinde hiç acımadan tokatı yapıştırırlardı. Sarmaşık Palas’dan 1972 senesinde askere gidince ayrıldım. Ali Kaplan ile beraber kalıyorduk, benimle beraber o da ayrıldı”

1970’li yılların ortalarına doğru birinci kuşak alçıcıların çocukları yetiştiler. Bunlar babalarının yanında hem zanaatı öğrenmiş hem de iş hayatına alışmışlardı. Bu dönemde pek çok aile çocuklarını yanlarına almış, şehir okullarında okumalarını sağlamıştı. İlkokuldan sonra orta ve lise okullarında hatta yüksek okullarda okuyabilme imkanı bulan ikinci kuşak gençlik ile eskiler arasında ufak ufak kuşak çatışmaları başlıyordu.

Kartonpiyerciliğin yerine “alçı dekorasyon” diye tanımlanan yeni ve farklı bir çalışma alanı doğuyordu. Tavana takılan çiçekli göbeklerin, mutfaklara yapılan davlumbazların, yap-satçı müteahhitlerin dairelere yaptırdıkları “üzümlü” kartonpiyerlerin yerini modern çizgiler alıyordu.

Büyüyen ve gelişen inşaat sektöründe dekorasyon mimarları yeni çizim ve çizgilerle alçı dekorasyonuna farklı bakış açıları getiriyor, klasik tabir edilen süslemelerden uzaklaşılıyordu.

O zamana kadar dükkanına telefon bağlatmayı gereksiz gören, malzeme nakliyesini at arabası ile yapan Hakkı Turan’ın deyimi ile “çimento kağıdına teklif mektubu” yazan birinci kuşak alçıcılar bu değişime ayak uydurmakta zorluk çekiyordu. Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde çok amaçlı iş merkezleri yapılıyor, Akdeniz sahili boyunca turistik oteller inşa ediliyordu. 3-5 dükkanlı pasajların yerini binlerce metrekarelik yer altı çarşıları alıyordu. Büyük işlere dekorasyon mimarları giriyor, risk ve sorumluluk almayan taşeronlara iş vermekten kaçınıyorlardı. O yıllarda para kazandıran ve piyasadaki büyük çaplı işleri alan firma TÜMAS şirketiydi. Şevket Toskaya adındaki bu şahıs aldığı işlerde taşeron olarak Hamidiyeli alçıcıları çalıştırıyordu. Tümas’ın en büyük taşeronu Süleyman Kaplan’dı. Sayıları zaman zaman elli altmışı bulan kalabalık bir eleman grubunu çalıştırıyordu.

Bütün bu değişim ve gelişmeler ikinci kuşak gençlerin ufkunu açmış, şirketleşmenin gerekli olduğuna inanmışlardı. Ne var ki ataerkil aile ortamında yetişen gençler, düşüncelerini büyüklerine kabul ettirmekte sıkıntı çekiyor, büyüklerde gençlerin fikirlerine sıcak bakmıyordu. Büyükler tarafından yapılan sert muhalefete rağmen ikinci kuşak “okumuş alçıcılar” bir araya gelerek 1975 yılında “DEKAS” kollektif şirketini kurdular. Şirketin merkezi Şehzadebaşı Gündeş Han Kat:1 No:101’deki tek odadan ibaret büro idi. İlk defa telefonu olan bir alçıcı dükkanı açılmıştı. İlk arabayı yani motorlu aracı da bunlar aldı. Artık at arabası ile nakliye dönemi sona erecekti. Şirket kurucuları Hakkı Turan, Halil Turan, Adem Turan, Bilal Öz ve Aziz Aslan, hem patron hem de işçileri oluyordu. Şirket olarak ilk büyük işleri Aksaray Yeraltı Çarşısı’nın 10 bin metrekarelik tavan işiydi.

Şevket Toskaya’nın TÜMAS şirketine fason olarak çalışan Süleyman Kaplan ve kardeşi Mevlüt Kaplan 1979 yılında “ASTAS” komandit ortaklığını kurarak şirketleşmede ikinci adımı attılar. Şirket konumunda örgütlenenler İstanbul’daki büyük işlerin yanında İstanbul dışında da piyasaya giriyor, Antalya- İzmir gibi turistik şehirlerdeki otellerin dekorasyonlarını yapıyorlardı. Kısa zamanda yaptıkları işlerle kendilerini kanıtlayan Hamidiyeli alçıcılar dekorasyon mimarlarının tercih sebebi oldular.

İş hayatındaki hızlı gelişmeler, şirketleşen alçıcıların vasıflı vasıfsız eleman sıkıntısı çekmeleri yüzünden işlerin aksamasına neden oluyordu. Zira İstanbul’a çalışmak için geleceklerin eskiden olduğu gibi yatacak yer sorunu vardı.

Şirketlerin elemanlarını yanlarında tutabilmek için yatacak yer sorununu çözmeleri gerekiyordu. Bazıları iş yerlerinin yakınında bekarların kalacakları mekanlar kiralıyor, ranzalı yatakhaneler yapıyordu. Bazıları da işçileri için müstakil daireler tutarak, yatacak yer meselesini çözmeye çalışıyordu. Tek odalı, tuvaleti dışarıda, mahalle çeşmesinden teneke ile su taşınan Sarmaşık Palas döneminden, adına “Bodrum Palas” denilen bekarhane dönemine geçiliyordu.

Bütün bu değişimler Hamidiye Köyü’nden İstanbul’a olan göç hareketini tetikledi. Yeni elemanlara ihtiyaç duyan işverenler, köylerdeki yakınlarını akrabalarını İstanbul’a topladılar. 1980’dan sonra köyler hızla boşalmaya başladı. Hamidiye Köyü’nün sınır komşuları olan köylerden Çağlar, Kayadibi, Kirazlı, Aşağı ve Yukarı Sökü’den İstanbul’a gelenler de alçı işinde çalışmaya başladılar.

1983 yılında Ali Turan ve çocuklarının kurduğu “TURANLAR A.O” 1989 yılında Moskova’daki Petrovski Pasajı’nın restorasyon işini alınca Hamidiyeli alçıcılar ülke sınırları dışında da kendilerini kabul ettirdiler. Rusya’nın dağılmasından sonra Türki Cumhuriyetlere açıldılar, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi ülkelerde iş yapan yerli yabancı firmaların alçı dekorasyon işlerini tamamına yakınını Hamidiyeli alçıcılar bitirdiler. Yabancı firmaların üç senede bitmez dedikleri restorasyonları bir buçuk yılda bitirip, sektörün hayranlığını kazandılar. Petrovski Pasajı’nın dekorasyonunu yapan Ali TURAN ve ekibi gerek Rus mimarların gerekse Türk mimarların takdirini kazandı. Hatta bazı kültür ve sanat dergilerinde, yazılı basında bu olay gündeme getirilerek, Ali TURAN ile özel röportajlar yaptılar.

Ali Turan

Ankara Kocatepe Camii'nin minare şerefelerini yaparken...


Gerek birinci kuşak alçıcıların gerek şirketleşen ikinci kuşak alçıcıların yanına çırak olarak girip usta olanlar Türkiye’nin her tarafına dağıldı. Sayıları binlerle ifade edilen bu zanaatkarların çoğunun ustası Hamidiye Köyü’nden çıktı.


Birinci kuşak alçıcılar Karadenizli yap-satçı müteahhitlerin dairelerine üzümlü-takozlu kartonpiyerler, tavanlarına çiçekli göbekler taktılar. Anadolu’nun pek çok köy ve kasabasındaki caminin mihrabını minberini yaptılar. Temiz ve dürüst çalıştılar. Karanlık ve rutubetli bodrumlarda her türlü sıkıntıya göğüs gerdiler. Alçıyı torba torba alıp sırtlarında taşıdılar, model sıkıntısı yaşadılar, yerine göre cami şadırvanlarından su taşıyarak aldıkları işi zamanında bitirip teslim etme sorumluluğunu namus borcu saydılar.


Sarmaşık palaslarda başlayan, bekarhane yaşamı ile süren bu sürecin emektarları “Dekas, Astas, Enes, Üças, Turanlar A.Ş.leri, Güveniş’leri “ kurdular, binlerce insana emek ve ekmek verdiler.


Çimento kağıdına yazılan tekliflerden, bilgisayar ortamına geçip internet siteleri açtılar.


Şimdilerde üçüncü kuşak gençlik yetişiyor! Onlar köyü tanımadılar, anlatılanları yazılanları masal tadında okuyup dinlediler. Onlar çarık giymediler, kendi yaptıkları arabaları kızakları olmadı. Değirmene gitmediler, eşek yüklemediler, çayın soğuk suyunda çimmediler, külde pişmiş gömeç yemediler, sabanın arkasında mısır dökmediler, düvene binip harmanda yuvarlanmadılar, sürme çekmediler, yaprak kesmediler, sabanın sapına yapışıp “gah öküz” diyerek geyin sürmediler. Pilek taşında mısır ekmeği, tereyağında cumhuri, ayranda “docucinay”, cevizli kadayıf, hafızi tatmadılar. Eski çorap verip incir kurusu almadılar. Ne cabayı ne de cabacıyı tanıdılar. Yesir almaca, çelik çomak oynamadılar, tulumun sesini duymadılar. Nazerey çağırıp, yağ yumurta toplayıp, çimende pişirmediler. Çıplak ayaklarına diken batmadı, ellerini ısırgan dolamadı , topukları çatlayıp ağrımadı, ayaklarında tavuk g.tü, parmaklarında dolama, yılancık çıkmadı. Çıbanlarına yağda pişirilmiş yumurta sarılmadı. Pamuk bezinden gömlek, kara bezden pantolon giymediler. Çamaşırları kül suyu ile yıkanmadı. Köyde düğün bayram yaşamadılar. Çağlar’da Çatalzeytin’de Kirazlı’da bayram sofralarına oturup, soğanlı börek ve sarıburma yemenin tadına da varamadılar. Kız köylü gitmenin şamatasını yaşamadılar. Yaylada keçi gütme sırasına gitmediler. Böğürtlenin, çileğin toz konmamışını yiyip, boru otundan sigara sarmadılar. Çimende güreş tutup gübreye gübre bulaşmadılar. Sayvan bekleyip, kabak çalmadılar. Folluktan yumurta çalıp, analarından dayak yemediler. Mısır soymadılar, fırını yakmadılar, gübre dökmediler, çakıl yıkmadılar, öküz koşup arpa ekmediler. Gurbete 13-14 yaşında çıkıp, büyükşehrin kalabalığında kaybolmadılar, sarmaşık palaslarda bekarhanelerde yatıp tuvaletlerde yıkanmadılar. Parasızlık çekmediler, parasızlık yüzünden Taksim’den Fatih’e yürüyerek gitmediler. Büyükşehrin imkanları içinde rahat ve huzurlu bir yaşam sürdüler. En iyi okullarda okuyorlar, üniversiteyi kazanıp değişik meslek dallarında yetişiyorlar, baba dede mesleği alçıcılığa pek sıcak bakmıyorlar.


Benim onlardan bir isteğim var:


Nereden nereye nasıl geldiğimizi merak etsinler. Arada sırada da olsa dedelerin babaların anlattıklarını dinlesinler, anlatılanlar yaşanmış gerçek hayatlardır. Onların sesini, sözünü, yüzünü bir yerlere kaydedin. “Devir değişti” demeyin, unutmayın ki bir gün sizin de devriniz değişecek. Baki kubbede hoş sada’dan başka bir şey kalmayacaktır.


Eğer bırakabilmişsek.





Hiç yorum yok: