29 Haziran 2008 Pazar

"Yemen yolu yukardandır
Karavanam bakırdandır,
Zenginimiz bedel verir,
Askerimiz fakirdendir."


2. SEFERBERLİKTE HAMİDİYE KÖYÜ’NDE YAŞANMIŞ BİR ÖYKÜ

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’na Almanların yanında katılan Osmanlı Devleti, savaşın ikinci yılında, imparatorluğun tüm toprakları üzerinde seferberlik ilan etti. Silah altında bulunan ve halen cephelerde savaşan askerlerden başka, 20 yaşından 35 yaşına kadar olan herkesi silah altına çağırdı. Vilayetlerde, kazalarda, hatta biraz büyükçe kasabalarda, asker alma daireleri kurularak, askere alınacaklar tespit edilmeye başlandı. İki üç yıl evvel çıkan Balkan Harbi kısa sürmüş, Osmanlı Devleti acı bir mağlubiyet alarak, Edirne’yi Bulgarlara bırakmak zorunda kalmış, bozguna uğrayan ordunun önünden ve arkasından, halk yollara dökülüp perişan olmuştu.
Hamidiye Köyü’nden Balkan Savaşı’na katılan Osman Çavuş, savaşın sonlarına doğru ayağından yaralanmış olarak köye dönmüştü. Bacağından kurşun çıkarılamamış olduğundan, elinde bastonla gezinir, ağır işlere gidemediği için, çoğunlukla evin önündeki üzüm çardağının altında oturur ya da koca meşenin gölgesinde uyku ile uyanıklık halinde savaşı düşünürdü. Köyden askere gidişini, vapurla yolculuğunu, İstanbul’dan Rumeli’ye kadar, bazen at üstünde bazen yürüyerek Selanik şehrine varışlarını, Bulgarın Edirne’yi kuşatması üzerine cebri yürüyüşle gece gündüz demeden cepheye sürülmelerini düşünür, Bulgarın korkusundan evini köyünü bırakıp yollara düşen insanların hallerini hatırladıkça “Ya Rabbi! Sen kimseyi yerinden yurdundan etme” diyerek, dua ederdi.

Muhacirliğin acılarını yaşamışlardı, Moskofun zulmünden kaçarken ne acılar çekmiş, ne felaketler görmüşlerdi.

Günlerden beri köylünün ağzında bir savaş lafıdır gidiyordu. Aklı erenlerden bazıları, bu gidişin iyiye gidiş olmadığını söylerken, tuzu kuru olanlar “Aman, girilsin, Moskofa bir güzel kötek atılsın” diyerek, muhacirlik senelerinde neler çektiklerini anlatıyorlardı.

Millet kendi arasında bilir bilmez konuşurken, muhtarı Asker Alma Dairesi’nden çağırdıkları duyuldu. Muhtar Hafız Mehmet Efendi, yanına Ahmet Hoca’yı da alarak İnebolu’ya gitti.

Balkan Savaşı’nda askere alınanların çoğu, savaş kısa sürdüğü için daha cepheye varmadan yolda terhis edilmiş, köylerine dönüp işine gücüne bakmıştı. İki yıl kadar evvel ayağından yaralanarak topallaya topallaya köye dönen Balkan Savaşı Gazisi Osman Çavuş’ un anlattıklarını dinliyorlardı. Dahası, buralara muhacir olarak geldikleri için padişahın fermanı ile uzun yıllardan beri aşar vergisinden, sirkatten olduğu gibi, askerlikten de muaf tutulmuşlardı.

İnebolu’ya gidenler iki gün sonra döndüler. Muhtar, korucuyu mahalle mahalle gezdirip, yatsı namazından sonra köylünün camide toplanmasını duyurdu. Namazdan sonra muhtar ve Ahmet Hoca İnebolu’dan kendilerine verilen talimatı ve de orada duyduklarını anlattılar. Haberler hiç de iç açıcı değildi. Almanın iki büyük savaş gemisi bizimkilerin göz yumması ile boğazlardan Karadeniz’e geçmiş, Rusların Sivastopol vilayetini bir güzel topa tutmuştu. Hızını alamayan Alman Deniz Paşası Moskof, ne kadar liman varsa hepsini sıradan bombalamış, Rusun yandaşı olan İngiliz Kralı bu işe çok kızmıştı. İstanbul’daki elçisine emir verip, Padişah’tan bu gemilerin kendilerine teslimini istemişse de padişah “Bu gemiler Osmanlı Devleti’nin gemisidir, içindeki askerler de benim askerimdir” diyerek İngilizin elçisini eşekten düşmüşe çevirmişti.

İnebolu’dan gelenlerin anlattıklarına bakılırsa savaşa girilmişti. Rusların buraları da topa tutacağından korkanlar, çoluk çocuğu daha içerilere yollamaya, yükte hafif, pahada ağır eşyalarını toplamaya başlarken İngiliz, Fransız ve İtalyan gemilerinin Çanakkale’ye asker dökmeye hazırlandığı anlatılıyordu. Velhasıl memleketin her tarafında seferberlik ilan edilmiş olup, dört kuranın askere alınmasına karar verilmiş, Asker Alma Dairesi’nden muhtara verilen listeyi Ahmet Hoca yüksek sesle kalabalığa okumuştu. Adı okunanlar bir hafta içinde hazırlıklarını bitirip, öteki köylerden geleceklerle birlikte, on gün sonra İnebolu’da olacaklardı. Toplanan kalabalık yavaş yavaş dağıldı, ihtiyarlar ellerindeki fenerlerin cılız ışığında bastonlarına dayanarak uzaklaştılar.

Kurada adı çıkanlardan bazıları, Osman Çavuş’un etrafında genişçe bir halka oluşturup, Çavuş’un savaşa dair anlattıklarını dinlerken, evli olanlar da kendi aralarında konuşuyorlardı. Köyün ihtiyarları muhacirlikten beri epeyce yokluk yoksulluk çektiklerinden, savaşın ne demek olduğunu iyi biliyorlardı. Nice bıyığını balta kesmez delikanlılar, pehlivanla kesimli yiğitler tifodan, tifüsten kırılmış, göç yolunda nice canlar yanmış, bebekler açlıktan ölmüştü.

Köyün üstüne karabulut gibi inen seferberlik haberinden sonra, millet işten güçten elini çekmiş, yayladaki evleri tamir etmeye gidenler, haber gönderilip köye çağırılmışlardı. Bu sene yaylaya çıkma işi biraz geri bırakılacaktı. Oğulları askere gidecek olan analar, -büyüklerin yanında ayıp diye- yerli yersiz dama iniyor, elinde sepet bostana gidiyor ya da bir kenara çekilip, sessizce ağlıyorlardı. Mısır bellemeye giden kızlar, yeni gelinler, eski neşeli şen şakrak türkülerin yerine kardeşleri, kocaları ve sevdikleri için yanık yanık asker ağıtları yakıyorlardı.

Oysa bu günlerde gençler coşar, delikanlılar tarlada ormanda geçen yorgun günün akşamında tulum eşliğinde horona kalkarlardı. Gençlerin coşkusuna imrenen ihtiyarlar bile zaman zaman oyunlara katılır, kurtlarını dökerlerdi.

Hazırlıklar kısa zamanda tamamlandı. Askerlik Şubesi’nden gelecek haber beklenmeye başlandı. Bu arada bir bedel lafı ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Şu kadar altın lira verilirse askerlikten kurtulmak mümkün diye. Köyde kimsenin bu parayı verip kurtulması mümkün değildi. Sakat hasta raporu bile kabul edilmiyordu. Dahası, bu raporu alabilecek durumda olanlar da kendilerine “askerlikten kaçmış” dedirtmemek için, hastalığını sakatlığını saklar olmuştu.

Yakın köylerden birkaç kişinin bedel verip kurtulduğu lafına pek kulak asan olmadı.

İnebolu kasabası Karadeniz’in kıyısında, İstanbul-Sinop arasındaki küçük limanı ile gemilerin ve motorların uğrak yeriydi.

İstanbul’dan kalkan vapur, motor, yelkenli, denizde dolaşan hemen bütün vasıtalar buraya uğrar, tüccar malı top top kumaşlar, nal, mıh, çivi, gaz, tuz, şeker yükleri boşaltılır, köylerden toplanan yumurtalar kocaman tahta sandıkların içine, samanların arasına itina ile istiflenir, motorlara yüklenirdi.

İskeleye yükünü boşaltan motorların kaptanları ve tayfaları çoğunlukla sahil boyu köylerinden olurdu. Bunlar, fırsat buldukça motorlarını Evrenye, İlişli, Hacıveli ve Ginolu’daki küçük koylarda karaya yanaştırır, kıyıda bulunan çınar ve zeytin ağaçlarına bağlayıp yakındaki köylerine, bir geceliğine de olsa çamaşır değiştirmeye giderlerdi.

Karayolu ile bir yerden bir yere gitmek için en iyi araç, at ve katırdı. Köyler arasında bile ancak öküz arabası gidip gelebilirdi. Mahkemede, nüfusta, hastanede işi olanlar, önce sahile inerler, hava iyi; deniz azgın değilse motora binerler, kasabaya öyle giderlerdi. Gurbete gidenler, askere uğurlananlar hep bu motorlarla taşınırdı. Uzak yerlerden yük ve yolcu getirip götüren motorcular, memlekette olup biten havadisleri de taşırlardı.

Motorların İnebolu’ya gelişi sahilde heyecanla beklenir, kıyıya yanaşan motorun karaya çekilmesine, sahilde toplanan kadın erkek hemen herkes yardım ederdi.

Sevdiklerini askere gönderenler, uzaklardan yol gözleyenler, deniz ve gemiler üstüne türküler yakar, uzaklara götürüp de geri getirmeyenlere sitem ederler, “Deniz üstünde biber / Gemiler gelir gider / Gitti yarim askere / Ne mektup var ne haber” diyerek, mani düzerlerdi.

Hamidiyeliler, fidan gibi delikanlılarını, bu motorlara bindirip askere göndermişlerdi. Seferberliğin ikinci yılından sonra köyde genç kalmamış, gidenlerin hiçbirisinden haber alınamamıştı.

Cepheye giderken, düğüne gider gibi davul zurnayla Cezayir havası ile oynayarak, İnebolu’dan salavatla uğurlanan on sekiz delikanlının hiç biri geri dönmemişti.
Kimi Çanakkale’nin cehenneminde toprağa karışmış, kimi Irak çöllerinde açlık ve susuzluğun yanı sıra İngiliz’in kışkırtması ile ayaklanan Arapların kalleşliğine uğramış, çölün kızgın kumlarında eriyip gitmişlerdi. Enver Paşa’nın Sarıkamış dağlarında soğuktan ve açlıktan yetmiş bin askerin ölümüne sebep olduğu, kurtarılanların da ya tifüse yakalandığı ya da Ruslar tarafından esir alındığı, esirlerin Batum’dan trenlere doldurulup Rusya’nın içlerine götürüldükleri, gaz getiren motorculardan duyulmuştu.

Kocakarıların yalvarmalarına kulak asmayan Ahmet Hoca, Şehro gelinin haline dayanamadı. Kocası askere alındığında, daha altı aylık evliydiler. İshak, seferberliğin ilk yıllarında askere alınmıştı. İnebolu’dan, Kastamonu’da bir birliğe gönderilmiş, gittikten bir hafta sonra kaçarak köye geri gelmişti. Şehro’yu çok seviyordu, zaten evlenmeden önce de iki sene sevdalık çekmiş, Şehro için yanıp tutuşmuştu. Kızın babası uzun zaman vermemekte direnmiş, sonunda işi biraz da zora getirip, Deli Hüseyin’i razı etmişlerdi.

Dillere destan bir düğün yapmışlardı. Yakın uzak bütün köylerden düğüne gelenler olmuş, misafirler yedirilip içirilmiş, İshak’ın babası Yunus, namına yakışır bir düğün yapmıştı oğluna.

Şehri ile İshak birbirlerine doyamadan ayrılmak zorunda kalmışlar, İshak’ın savaşın hangi cephesine gönderildiğini bile öğrenememişlerdi. Köye bir yabancı gelse “İshak’tan bir haber var mı acaba” diye küçük kaynını koşturur, yüreği ağzında içi pır pır ederek beklerdi. Gidenlerin bazılarının öldüğünü söylüyorlardı. “Tebdili hava” alarak gelen bir iki delikanlının anlattıklarına bakılırsa, gidenlerin geri gelmesi umudu hiç yoktu.

Dört savaş yılı gelip geçti, İshak’tan bir haber alınamadı.

Arkasından, üç yıl süren Kurtuluş Savaşı başladı. Bu ikinci seferberliğe gidenlerden sağ kalanlar da geri dönmüştü. Köylü yavaş yavaş işine gücüne bakmaya başladı.

Memleket düşmandan temizlenmiş, yeniden hükümet kurulup düzen sağlanmaya başlamıştı. Muhtarlar, köylerinden savaşa gidip de geri dönmeyenlerin künyelerini çıkarıp, askerlik şubesine bildirmeye, oradan alınan yazıya göre nüfus kütüklerine vererek “umumi harp gaibi” diye ilmühaber düzenlemeye koyuldular.

Şehri gelin Muhtar Ahmet Hoca’nın önüne geçip “Emmi, İshak için ilmühaber yapma, İshak’ın ölmediğini rüyalarımda görüyorum” diyerek ağlamıştı. Bazı boşboğazlar, Şehri gelin için ileri geri konuşmaya başlamış, genç bir gelinin uzun zaman başı boş bırakılmasının doğru olmadığını, bekar olan kayınlarından birisine nikahlamak gerektiğini söyleyerek ağzı kalabalık kocakarılara Şehri gelin’in ağzını yoklattılar. Yıllardır kocasının yolunu sabırla bekleyen Şehri gelin, derdini kimselere anlatamıyordu. Dedikoduların ayağa düşmesi üzerine iyice içine kapanıp, kimselerle konuşmaz olmuştu.

Harman zamanı idi, ekinler biçilmiş, bağlar bağlanıp tarladan taşınır olmuştu. Bir yandan düvenlerin taşları elden geçiyor, bir yandan da harman yerindeki otlar kazılıp temizleniyordu.

Arabaya yüklediği buğday demetlerini bağlamaya çalışan Osman Çavuş, mezarlıkların yanında bir adamın ellerini açıp mezarlara okuduğunu gördü. Adam yabancıydı, yanındaki yüklü katıra bakılırsa, ya Cabacı ya da Keşlik taraflarından, incir ve üzüm kurusu getirenlerden birisi olmalıydı. Öküzlere “Doooor, oğlum...” çekip beklemeye başladı. Mezarlıktaki duasını bitiren adam, katırın yularını çözüp yokuştan aşağı yürüdü. Çavuş, huysuzlanan Karabey öküzünün yularını başına attı, kuyunun başında bekledi.

Katırcı yaklaştı:

- Selamünaleyküm dayı, diyerek selam verdi.
- Aleykümselam, dedi çavuş. Buyur hoş geldin, sefa geldin, kimsin, kimlerdensin?
- Ben Bozkurt köylüklerinden olurum, adım Hasan, bu köyde bir askerlik arkadaşım vardı. Seferberlikte Sivas’a kadar beraber gittik, sonra onu Kafkas cephesine beni de Irak cephesine ayırdılar.
- Adı neydi senin bu arkadaşın, diye sordu Çavuş.
- Adı İshak’dı. Gürcü İshak derdik, babasının adı Yusuf mu, Yunus mu unuttum.
- Demek sen bizim İshak’ın askerlik arkadaşısın, öyleyse bir kere daha hoş geldin, sefa geldin, dedi Osman Çavuş...

İshak’ın izini yıllar önce yitirmişlerdi. Hangi cepheye gittiğini bile öğrenememişlerdi. Savaştan sonra şube kayıtlarını araştırmışlar, İnebolu’dan Kastamonu’ ya sevk edilmiş, üç gün firar etmiş, sonra yeniden birliğine katılmış, oradan da Ankara’ya doğru yola çıkarmışlar, gerisini bilen yok. Seferberlikten sağ dönen yoktu. Tebdili havaya gelenlerden bazıları, geri giderken yollarda ölmüş, ne mezarı ne ölüsü bulunmuştu. Savaşın sonuna doğru Enver Paşa’nın, yetmiş bin askeri, Sarıkamış dağlarında soğuktan ve açlıktan kırdırdığı duyulmuştu.

Köye bir yabancının geldiğini, gelenin İshak’ın asker arkadaşı olduğunu duyan bütün köylü, Osman Çavuş’un evine doluştu. Oğulları cepheden dönmeyen bağrı yanık analar, bürgülerinin ucuyla gözyaşlarını silerek ağlaşıyorlardı. Yatsıdan sonra camiden çıkan cemaat, topluca harmanda serilen kilimlerin üstüne oturdular. Misafirin rahat etmesi için, altına keçi kılından doldurulmuş büyükçe bir minder attılar. Kadınlar, gelinler, yeni yetme kızlar bile gecenin serinliğine aldırış etmeden, konuşmaları sonuna kadar sessizce dinlediler.

Cabacı’nın anlattığına göre, yıllardır izini bulamadıkları İshak’ın Kafkas cephesinde öldüğüne hemen herkes inanıp iman etti. Öyle ya yetmiş bin askerin öldüğü söylenen Sarıkamış dağlarından, İshak’ın kurtulmuş olması imkansızdı.

Geç vakit evlerine dağılanlar, Yunus’un evinden ağıt seslerinin yükseldiğini duydular. On senedir, gelecek diye yolunu bekliyordu Şehri Gelin. Kocakarılar kötü haberi ulaştırmışlardı. İshak ölmüştü, arkadaşı kendi eliyle mezara koymuş, buraya da onun ölüm haberini vermek için gelmişti. Söylenen bu değildi ama, kocakarılar duyduklarını bire bin katıp anlatıyor, İshak’ın nasıl öldüğüne dair hikayeler uyduruyor, bu uydurduklarına ertesi gün, kendileri de inanıyorlardı.

Bu haberlere inanmak istemeyen Şehri Gelin günlerce ağladı, künyesi gelmeden öldüğüne inanmayacağını, herkese bağıra bağıra söyledi. Derdini kimselere dinletemedi. O, kocasını altı aylık gelinken savaşa yollamış, on sene sabırla, ümitle her geçen gün artan bir hasretle yolunu beklemişti. Bu haberden sonra Şehri’yi kayınlarından birisi ile evlendirmeye kalktılar. Kocası savaşta ölen kadınların kaderi gibiydi kayınla evlenmek. Razı olmadı Şehri. On beş gün sonra kardeşleri Şehri’yi baba evine götürdüler. Aradan iki ay geçmeden Ortasökü Köyü’nde kuma verildiğini duydular. Kaderin önüne geçememişti Şehri Gelin.

Kasım öncesi yayladan gelenler Şehri gelini görmüşler, sırtında beşik patates kuyuluyormuş. Onları görünce işini bırakıp yanlarına gelmiş, erkeklerin ellerini öptükten sonra kadınlarla sarılıp ağlamışlar. “Kız yüreğimin yağı eridi vallahi, arkamızdan boynunu büküp bir bakışı vardı ki taş olsa erirdi” diyerek, anlattı yayladan dönenler.

Seferberlik bitmiş, köylü, cepheye gönderdiği delikanlılarının bir zaman yasını tutmuş, sonra yavaş yavaş gideni de öleni de unutup gitmişti. Tamı tamına on sene geçti aradan, günlerden bir gün camiinin önünde oturanlar köye çıkan yokuşun başından omuzunda heybesi ile bir yabancının indiğini gördüler. Hiç birisi bu karayağız delikanlıyı bilip çıkaramadı. Oturanlar ayağa kalkıp,

- Buyur delikanlı, hoş geldin, sefa geldin, diyerek toplandılar.
- Emmi, beni tanımadınız mı? Ben İshak’ım, Yunus’un İshak, diyerek orada bulunanların ellerini öpmeye başlayınca, ortalığı bir şenlik havası sardı. Gençlerden bir kaçı koşarak müjde vermeye gitti. Haber tez vakitte duyuldu. Millet işini gücünü bırakıp İshak’ın evine doluştu. Kocakarılar utanıp sıkılmayı bir kenara bırakmışlar, sesli sesli ağlamaya başlamışlardı.

O gece bütün köylü, kadını erkeği göz aydınlığına geldiler, İshak’ın anlattıklarını dinlediler. Sarıkamış cephesinde savaşırlarken Ruslara esir düştüğünü, sonra esir kamplarında çalıştırıldığını, esaretten kaçışını, yollarda çektiklerini, sınırı geçerken yakalanıp yeniden hapse girişini, hapisten kaçtıktan sonra Gürcü köylerinde saklandığını, bir fırsatını bulup dağları aşarak, sınırı geçtiğini uzun uzun anlattı İshak.

Göz aydınlığına gelenler gece yarısına doğru dağıldılar, el ayak çekilince evin içini derin bir sessizlik kapladı. Kimse ağzını açmıyordu. Dışarıda serin bir rüzgar esiyor, ahırdan taze gübre kokusu yükseliyordu. Derin derin nefes alan İshak, “Ahır kokusunu bile özlemişim” diye düşündü.

Annesinin sesiyle irkildi, annesi elindeki tasa sıcak süt doldurmuş, içine iki kaşık da dut pekmezi karıştırıp hazırladığı içeceği uzatıyordu.

- Ekmek ister misin, diye sordu.
- Yok ana istemem, dedi İshak... Yanı başına oturdu anası, ellerini uzatıp titreyen parmakları ile saçlarını okşamaya çalıştı, içini derin derin çekti, bir şeyler söylemek istedi, boğazı kurudu, yutkundu, göz pınarlarında biriken yaşlarını oğluna göstermemek için bürgüsünün ucuyla kuruladı. Nasıl söylemeliydi, ‘Şehri’nin başkası ile evlendiğini duyunca ne yapacak acaba’ diye düşündü. Gelinin ne kabahati vardı, on sene yolunu beklemişti, herkesler öldüğüne inanmıştı. ‘Daha fazla beklemenin faydası yok, başkasından duyacağına benden duysun, Allah’ın takdiri böyleymiş, elden ne gelirdi ki’ diye düşündü.

İdare lambasının cılız ışığı altında, iyice zayıflamış gibi geldi oğlu. ‘Şimdi söylersem uyumaz, en iyisi sabah söylemek’ diye aklından geçiriyordu ki:

- Ano, dedi İshak, Şehro’yu akşamdan beri göremedim, köyde değil mi?

Artık saklamanın faydası yoktu, on sene yolunu beklediğini, ölüm haberi gelince baba evine gittiğini, daha doğrusu kardeşlerinin gelip götürdüklerini, iki sene evvel evlendiğini, iki çocuğunun olduğunu, gitmemek için ağlayıp çırpındığını, köyde çıkarılan dedikoduları, kocaya vardıktan sonra bile yaylaya gelip gidenlerden haber sorduğunu anlattı.

- Allah’ın takdiri böyleymiş oğul, elden ne gelir, ben sana köyün en güzel kızını alırım. Hadi yat artık, dedi. Yarısı boşalmış süt tasını alıp yavaşça çıktı. İdare lambasının gazı azalmış, sarıya çalan alevi titremeye başlamıştı. Sırt üstü uzandı yatağa. Üstünü başını çıkarmayı canı istemiyordu.

Sabaha az kalmıştı. ‘Sabah ola hayrola’ dedi. Gözü duvarda asılı beşli mavzer tüfeğine takıldı. Şehri’nin hayali kapıdan girivermişti. Gözlerini yumdu. Yüreğinin tam ortasına bıçak saplanmış gibiydi. Kalbi yerinden fırlayacak kadar hızlı atıyordu. Kalktı, çoraplarını giyip, duvardaki mavzeri aldı, namlıya fişek sürdü, kimseye duyurmadan, bir kedi sessizliği ile evden çıktı.

Şafak atarken yola koyuldu.

Talip Yaşar’ın anlattıkları şöyle:

“İshak enişte Şehro’yu çok severdi, nereye gitse onu da yanında götürürdü. Askere sevk edilince, İnebolu’dan Kastamonu’ya giderken yolda firar edip geri geldi. Birkaç gün kaçak gezdi, sonra Şehro ikna edip gönderdi. Ayrıldıklarında yeni evliydiler. Savaştan sonra gidenlerin zaten çoğu geri dönmedi. İshak eniştemin akıbetinden hiç haber alamadılar. Şehro, tam on sene yolunu bekledi. Herkes ümidini kesti. Şehro’yu da kaynına nikahlamak istediler, kabul etmedi. Kardeşleri gelip babası köyüne götürdüler. Şehro gittikten iki üç sene sonra İshak enişte çıkageldi. Şehro’yu geri almak için Ortasökü’ye çıktı. Giderken hazırlıklı gitmiş, mavzeri filan almış, lakin Şehro:

- Sen artık benim dünya ahret kardeşim ol, benim yuvamı yıkma, beni iki çocuğumdan ayırma, diye ağlamış.

İshak enişte geri geldi. Ölünceye kadar da Şehro’yu unutmadı. Şehro da onu unutmadı. Yaylaya gelip giderken kadınlar yanına uğrarlardı, hep İshak’ı sorarmış. ‘Babamın köyüne gömün’ diye vasiyeti olduğunu söylerlerdi, doğruymuş. Cenazesini Kabalakdüzü’nde toprağa verdiler. Hey gidi bico, onların sevdaları dillere destandı, İshak enişte yanık yanık tulum çalar, Şehro’da türkü söylerdi. İkisinin de mekanı cennet olsun.”

Şetaret Turan anlatıyor:

“İshak amca İstanbul’da doktora gelmiş, ameliyat demişler, oğlu bizim eve getirdi. O zaman Cerrahpaşa Hastanesi’ne yakın bir yerde oturuyoruz, evimiz bir göz oda. Buyur ettim, misafirim oldu. O zaman onun ağzından işittim.

On sene esarette kalmış, askere giderken Şehri Bibi ile altı aylık evliymişler. On sene sonra çıkıp gelmiş ki öldü diye karısını Ortasökü’ye vermişler. Geri almak için Ortasökü’ ye gitmiş, Şehro Bibi çocuk sırtında ayakta ayran çalkalıyormuş, İshak’ın sesini duyunca camdan bakmış, ‘Şehro seni almaya geldim’ demiş. Şehro Bibi’nin iki çocuğu var, biri beşikte biri sırtında, evde erkek yok, kapıyı kilitleyip içerden yalvarmaya başlamış. ‘Benim kaderim böyle yazılmış, sen benim, ben senin bundan sonra dünya ahret kardeşim ol, beni çocuklarımdan ayırma ne olur, kimse görmeden git’ demiş.

'Ağlamasına dayanamadım, kaderime razı olup geri döndüm’ diye hem konuştu, hem gözlerinden yaşlar akıttı.”

İshak’ı AkHasan’ın kızı Havva ile everdiler.Çocukları torunları oldu. Uzun bir ömür sürdü.

Şehro bütün ömrü boyunca İshak’ı unutmadı. Soyadı kanunu çıkınca İshak’ın soyadı olan ‘YILDIRAN’ adını benimsedi. Adını soranlara Şehriye Yıldıran diye cevap verirdi. Cenazesi vasiyeti üzerine Hamidiye Köyü'nde toprağa verildi.

Seferberlik çok ocaklar söndürdü, ölenler unutuldu. Mezarları belli olmadığı için isimsiz kahramanlar arasına girdiler.

Unutulmayan tek bir şey var. Şehro ile İshak’ın hazin ve acı öyküsü.

Hiç yorum yok: