1 Temmuz 2008 Salı

GİRİŞ

BU ÇALIŞMANIN HİKAYESİ

Benim çocukluğum da gençliğim de köyden uzakta geçti. Köyümü ve köylülerimi yakından tanıma imkânını, emekli olduktan sonra bulabildim. Hatta bazı uzak akrabalarımın varlığından bile yıllar sonra haberdar oldum.

Küçükken babam (Süleyman Kaplan-Tonton Dede) uzun kış gecelerinde kendi çocukluğunu anlatırdı. Köyden altı yaşında ayrıldığım için anlattıklarını ilgi ile dinlerdim.

Dedem Kara Mustafa'nın, babaannemi Niksar'dan kaçırıp getirdiğini, yıllarca baba evine hasret çekerek yaşayan babaannemin, çocuklarına "uzak yerden gelin almayın, uzak yere kızınızı vermeyin" diye vasiyeti olduğunu söylerdi.

Köyde geçen 0-6 yaş arasındaki çocukluğumdan aklımda kalanları, zaman zaman anımsarım. Halamın düğününde gelinin bineceği ata binişimi, ille de kağıt para istiyorum diyerek Şakir Usta'nm verdiği madeni paraları almadığımı... Hatırlıyorum. Sık sık Karamanlar'daki İbrahim Dede'nin evine kaçtığımı; dedemin diktiği çarıklarım delinmesin diye, yollardaki taş ve tezeklerin üstüne basmamaya çalıştığımı; Osman Usta'nm harmanında mahallenin bütün çocukları ile beraber sünnet edilişimi; beni kucağında taşıyan rahmetli Kazım amcama ve sünnetçiye ana avrat sövdüğümü; sabanın arkasından açılan çizgilere, teker teker, belirli aralıklarla mısır döktüğümü; çabuk bitsin diyerek bazı yerlerde avuç avuç attığım mısırları gören amcamın ara sıra kulaklarımı çektiğini; anneme adıyla seslendiğimi, anne yerine "Feride" diye çağırdığımı; kiraz zamanı aç karnına yediğim kiraz bağırsaklarımı bozunca, bütün gece "ay karnım ay karnım" diye inlediğimi, eniştem Ali Turan'ın beni gördükçe "ay karnım" diyerek taklidimi yaptığmı unutmuyorum.

1999 yılında rahmetli İsmail Kaplan (amcam) ile harmanda sohbet ederken, babasını ve amcasını seferberlikte kaybettiğini, onlarla beraber savaşa gidenlerden hiç kimsenin geri dönmediğini anlatıyordu. Söz eskilerden açılınca, büyük dedemizin mezarının nerede olduğunu sordum. Kalkıp yakındaki mezarlığa girdik. Elverti otlarının arasında, büyükçe bir taş parçasının yanında durup "İşte burası dedemiz Ali Bego'nun mezarı" diyerek, diken ve çalılıklar içinde kaybolmuş mezarını gösterdi.

Babamın dedesinin adının Ali Bego olduğunu da o gün öğrendim. Amcam ile oturup Ali Bego'dan başlayarak, Hacıoğlu ailesinin öteki fertlerinin kimler olduğunu çıkardım. Kabalakdüzü Mahallesi'ndeki diğer ailelerin büyük dedelerinden başlayarak, şecerelerini araştırmaya başladım. Araştırmalarım ilerledikçe ilginç olaylar öğreniyordum. Giderek bu araştırmayı köyün tamamı için yapma fikri gelişti. Aşağı köyden başlayarak, her evin kime ve ya kimlere ait olduğunu, hangi soyadını kullandıklarını, muhacir oldukları zaman buralara nasıl yerleştiklerini, ilk yerleşenlerin kimler olduğunu soruşturup defterime notlar aldım.

Yaşayanların, ölenler hakkında anlattıkları olaylar ve öyküler ilgimi çekti. Köyün ilk kurucuları kabul edilen Hafız Mehmet, Ahmet Hoca, Şahvelet, Acara bölgesinden gelen ve Atmeydanı mahallesine yerleşen Ak Hasan, Osman Çavuş'un babası Kara Süleyman, Yunus ve Sefer kardeşlerin çevredeki yerleşik ahali ile olan ilişkileri, Katip Mehmet Efendi, onun damadı Süleyman Ağa, kağıt banknotlar ile kahve pişirdiği anlatılan İbrahim Efendi'nin yaşamları hakkında, rivayetten de olsa anlatılanlar içinde, bazı önemli gerçeklerin saklı olduğunu düşünmeye başladım.

Bana ilginç gelen öyküleri kısa notlar halinde defterime yazıyordum. Zamanla, topladığım bu notlan ve dinlediğim öyküleri, öğrendiğim bilgilerle bir araya getirip, köyümüzün geçmişini ve gelişimini anlatan küçük bir kitapçık hazırlama fikri gelişti.

Öğrendiklerimi, anlatılanları, geçmişte yaşananları gelecek kuşaklara doğru olarak aktarabilmek için, tarihi kaynakların araştırılması gerekiyordu. Bunun için 1876-1877 Osmanlı Rus Savaşı'ndan başlayarak 93 Muhaciri diye adlandırılan göçmenlerin, Kafkasya'dan Anadolu'nun çeşitli yörelerine nasıl gelip yerleştiklerini araştırmaya başladım. Hicri takvimde 1293 tarihinde sona eren Osmanlı Rus Savaşı sonrasında, yurtlarından göç etmek zorunda kalan, genel olarak 93 muhaciri diye adlandırılan göçmen grupları, Bursa, Adapazarı, İzmit, Bolu, Balıkesir, Tokat, Amasya, Ordu ve Sinop vilayetlerinde yoğun olarak iskan edilmiş olmalarına rağmen, Kastamonu vilayetinde bir tane köy bulunması da bana ilginç geldi. Araştırmalarım sırasında Türkeli kazası dahilindeki bazı Gürcü ailelerin önce Hamidiye'ye geldiklerini, buradaki arazi azlığı yüzünden yerleşmeye imkan bulamadıkları için oralara gittiklerini de öğrendim.

Hamidiye Köyü'nün tarihi ile ilgili araştırma yaparken, köyümün yaşlıları ile kadın erkek demeden bire bir konuştum. Onlardan gelenek ve göreneklerini, giyim kuşam ve yaşam tarzlarını, düğün, nişan, bayram günlerine ait toplumsal dayanışmalarının neler olduğunu öğrenmeye çalıştım. Dedelerimin muhacir olmadan evvel yaşadıkları Batumi-Acara bölgesinden, Artvin-Şavşat ve Meydancık köylerinden getirip halen sürdürdükleri adet ve geleneklerinin, neler olduğunu sordum. 93 muhacirlerinin iskan ve ibadelerini, iskan bölgelerinde köyler kurup yerleşinceye kadar, devletin uygulamak istediği sisteme uyum sağlamakta zorluk çekip çekmedikleri, iskan komisyonlarının kararlarına uymayan muhacirlerin durumları, iskan bölgelerindeki yerleşik halkın muhacirlere karşı gösterdikleri tepkiler karşısında meydana gelen olayların nasıl halledilmeye çalışıldığı, iskan yerlerini beğenmeyerek geldikleri bölgenin iklimine ve coğrafyasına uygun arazilere yerleşmekte ısrar ve inat edenlerin, toplu köy kurmaktansa bağımsız yaşama isteklerinde direnmeleri, incelenmeye değer görülüp araştırıldı.

Bilhassa Bursa Vilayeti dahilindeki gürcü köylerine tek tek gidilerek, yaşlılarla yüz yüze görüşülerek konuşuldu. 93 muhacirleri ve bunların iskanları sırasında yaşanan olayların, o zamanki kadı sicillerinde, salnamelerde, iskan komisyonu raporlarında yazılışı ile yaşlıların anlattıkları arasında önemli benzerliklerin varlığı, doğru yolda olduğumun kanıtı gibiydi.

Çalışma ve araştırmalarım sırasında, babalarından, dedelerinden duyup işittiklerini bana aktaran, başta amcam İsmail Kaplan, Talip Yaşar, Rahmetli Recep Demir, Ahmet Taşkıran, emekli imam Recep Demir, halam Şetaret Turan ve diğerlerine teşekkür ediyor, ellerinden öpüyor, ölenlerine rahmet diliyorum. Ev ev gezerek çıkarmaya çalıştığım aile şecerelerindeki bilgilerin, eksik ve yanlış taraflarını düzeltebilmek için başvurduğum Çatalzeytin Nüfus Müdürü Ramazan Dinçer'e, göstermiş olduğu anlayış ve yardımları için köyüm ve köylülerim adına teşekkür ediyorum.

Bir yazar olduğum iddiasında değilim. Duyduklarımı, öğrendiklerimi, anlatılanları, tarihi kaynaklardan derleyebildiklerimi bir araya getirip, köyümün genç kuşaklarına aktarmaya çalıştım.

Otuz iki hanesinden, on sekiz delikanlısını aynı gün cepheye yollayan Hamidiye Köyü , onların geri dönüşlerini göremedi. Her biri, biri birinden uzak cephelerde vatan için savaşıp, kanlarını, uğruna öldükleri topraklara akıttılar. Parçalanmış bedenlerinden, künyelerini öğrenmek mümkün olmadı. Yıllar sonra nüfus kayıtlarına "Umumi Harp Gaibi" şerhi düşülerek, öldüklerine hükmedildi. Çanakkale'de, Sarıkamış'ta , Irak çöllerinde, Sakarya'nın kan rengi sularında yatan isimsiz kahramanlara karıştılar.

Daha altı aylık gelin iken kocasını cepheye gönderen Şehro Gelin'in on yıl süren bekleyişi sonunda karşılaştığı acıyı, ağıtlara, türkülere dökenleri unutmak mümkün mü?

Köyümün genç kuşakları! Sizlerin de benim gibi köyünüze ait anlatacaklarınız yok gibi. İleride, sizlerin de çocuklarınıza anlatacak öyküleriniz olsun istedim. Köyümüze dair ne varsa bir bir ortadan kayboluşunun hüznünü yaşamayasmız diye...

Okumuş olmak, kalkınmış olmak demek; her şeyi unutmak anlamına gelmemeli. Öz kültürümüzden kopmayı, atalarımızdan, ninelerimizden kalan kültür mirasını reddetmeyi bırakmalıyız, diye düşünüyorum.

Bana göre asıl başarı, varolan değerleri korurken, çağdaş yaşamın ekonomik imkanlarını değerlendirerek, ata mirasına sahip çıkılmasıyla sağlanacaktır.

Köyümün gençlerini bu mirasa sahip çıkmaya çağırıyorum!

Geçmişten günümüze kadar bir çok değerimizi hatırlatma ve öğrenme imkanı vereceğine inandığım bu kitapçığın, köylülerimin gönül yorgunluğunu hafifleteceğine inanıyorum. Gençlerimizin elinde ise mum ışığı kadar bir aydınlık sağlarsa mutlu olacağım.

Bursa, 5 Ocak 2005 - Cemal KAPLAN
SUNUŞ

PIRPITIN UCUNDAN YAPIŞMAK

Deniz kenarına iniyorum. Kıyıyı yalayan dalgalarını hareketini izliyorum. Bizden önce nice insanlar, Çatalzeytin'de bu güzellikler içinde yaşadılar.

Ama nasıl yaşadılar, ne zaman yaşadılar? Bu soruların yanıtını bilmiyoruz. Geçmişle ilgili bilgilerimiz, çok az ve yetersiz.

Tarihi kaynaklar, Ginolu'da MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan geçmişten söz ediyor.

Yaylalarımızdan Soyucak, Yerağıl, Altınpınarı, Örücek, Küçükyatak, Çaşur, Adatepe, Aktaş, Sarayoluğu ve Koru'dan kimler geldi, kimler geçti?

Abartma yapmıyorum; denize ayağını sokmayan, Taşlıyol'u görmeyen, yaylaya çıkmayan, 41 köyümüzün adlarını bilmeyen insanlarımız var.

İlçemizle ilgili Cunhuriyet sonrası bilgilere bile tam sahip değiliz. 1969'da çıkan Bizim Çatalzeytin gazetesiyle 1977'de ilki düzenlenen Çatalzeytin Festivali'yle araştırma çalışmalarımız başladı. Geçmişimizle ilgili daha köklü bilimsel araştırmalara gerek var.

Çatalzeytin'le ilgili ilk araştırma kitabı, "Çatalzeytin Gçö ve Çatalzeytinli" 1994 yılında Esat Kaplan imzasıyla çıktı.

On yıl sonra baba Cemal Kaplan "Köyüm Hamidiye" adıyla ikinci araştırma kitabımızı, titiz bir çalışma ile hazırladı. "93 Harbi" olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya göçü anlatan, Hamidiye Köyümüzün kuruluşunu dile getiren bu araştırma kitabını beğeniyle okuyacaksınız.

Emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde görev yapan Cemal Kaplan'ın ömrünün büyük bölümü gurbet ellerde geçmiş. Köyüne, ilçesine sevdalı Kaplan, emeklilik döneminde özveri göstererek güzel bir çalışmaya imza attı. Sade dili, akıcı anlatımıyla "Köyüm Hamidiye" ile bize bize yeni bilgiler sundu. Çatalzeytin için yaktığı ışıkta hepimiz aydınlanacağız.

Çok önemsediğim "araştırma - inceleme" konusunu işleyen bu kitaba kıvanç duyarak görüş ve düşüncelerimi yansıttım.

"Pırpıtın ucundan yapışmak" yöremizin çok güzel deyimidir. Pırpıtın ucundan yapışan Cemal Kaplan'a teşekkür ediyor, kutluyorum.

Çatalzeytin, 29 Eylül 2004 - Emin Türkay Öztürk
ÖNSÖZ YERİNE:

GÖÇMENLİK KADERİDİR HAMİDİYELİNİN



Hamdi Hocamın tarih dersi

Lisede bir tarih hocam vardı: Hamdi Göze... Bir gün kaldırdı beni kara tahtaya. "Söyle bakalım" dedi:
- Babanın adı?
- Cemal.
- Dedenin adı?
- Süleyman.
- Onun babasının adı?
- Mustafa.
- Onun babasının adı?
- ...
- Onu da soracaksın babana, öğreneceksin. Hatta daha ötesini de soracaksın. Kendi tarihini bilmiyorsan, dedenin büyük dedelerinin ne yaşadığını bilmiyorsan, ben sana Osmanlı'yı da öğretsem boş, Kurtuluş Savaşı'nı da.

Soyağacımın hikayesi

Her hemşerimin olduğu gibi benim de kaderimdi göçmenlik... Gurbette doğmuştum, gurbette büyümüştüm babam gibi. Babam gurbette büyümüş, gurbette okumuş, gurbette çalışmış, gurbette doyurmuştu bizi. Büyükbabam gurbette okumuş, gurbette çalışmış, gurbette doyurmuştu çocuklarını.

Büyük büyükbabam iki kez yaşamıştı gurbeti. Göç yollarında babası Ali Bego'dan medrese öğrenimi için ayrılmış, bu ayrılık büyük büyükannem Hünkare'nin gurbetçiliğinin başlangıcı olmuş. Kaderi gurbette yazılan Kara Mustafa, canından çok sevdiği Niksarlı Hünkare'yi de göçmen yapmış.

İşte benim soyağacımın hikayesi bu: Her cümle gurbetle başlıyor, her sözcüğün önüne gurbet geliyor. Benim soyağacımın hikayesi, benim köyümün, canım memleketimin; Çatalzeytinimin de kaderi değil mi?.. Karadeniz'in kıyıcığmdaki bu şirin yöre için söylenen her sözün, yazılan her satırın, çizilen her resmin içinde sıla özlemi yok mu?..

Ben soyağacımın hikayesini anlatayım şimdi, siz sanki kendi hikayenizi dinliyormuş gibi okuyun. İster Hamidiyeli olun ister Kayadibili, ister Sökü olsun köyünüz ister Paşalı...

Kara Mustafa'nın Süleyman ya da Tonton Dede

Ali Bego adını ilk kez Hamdi Hoca'nın uyarısından sonra duydum. Ali Bego, benim ata dedemdi. Kökleri Artvin-Meydancık'a dayalı ailem, Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra göç yollarına düşüp Artvin bölgesinden Çatalzeytin'e geldi.

Hacıyenti Ali Bego'nun Kara Mustafa'nın oğlu Süleyman, yani benim ve bütün Çatalzeytin'in Tonton Dede'si, Hamidiye'de doğdu. Okul çağına geldiğinde, muhtar olan babası Kara Mustafa, Çağlar'daki okula yazdırdı onu. Kara Mustafa'nın Süleyman ilk kez harflerle tanıştı, okumayı söktü, yazmaya başladı.

O yıllarda üç sınıflıydı Çağlar'daki okul. Üç yıl Çağlar'da okuduktan sonra kalan iki sınıfı bitirmek için Abana'nın yolunu tuttu Tonton Dede, arkadaşlarıyla birlikte... Abana'da yatılı okuyorlar, cuma öğleden sonraları köyün yolunu tutuyorlardı. O yıllarda kara yolu ulaşımı yok, parası olan Abana'dan Çatalzeytin'e ancak denizden motorlarla geliyor, bizimkilerse yayan, saatlerce yürüyerek... "Sahil boyunu izleyerek zor bir yolculuktan sonra ulaşırdık köye. Denizin geçit vermediği yerler de olurdu. Sularla kayaların birleştiği yerlerden, hele bir de deniz azgınsa geçmek nerdeyse mümkün olmazdı. Böyle zamanlarda önce sırtımızdaki heybeleri atar, dalgaları kollayarak yola devam ederdik" diye çocukluğunu anlatırdı dedem.

Tonton Dede, okulu bitirip delikanlı çağına girdiğinde babası Kara Mustafa'yı kaybetti, evin reisi ağabeyi Ali oldu. Artık evlilik vakti gelmişti Kara Mustafa'nın Süleyman için... Ağabeyi Ali, Kayadibi'nden Çengelcioğlu İbrahim'in Feride'yi uygun görmüştü kardeşine... Çelimsiz gibi görünse de gücü yerinde, tarla taban işlerinden anlayan, yorulmak bilmeyen bir genç kızdı Feride.

Feride Gelin, evlendiğinde kaç yaşında olduğunu bile anımsamıyor şimdi. Ancak çocuk yaşta olacak ki gelin olduğu Kabalakdüzü'nde öğrendiği Gürcüceyi sular seller gibi konuşur hala. Çok çile çekti; ev işinde, hayvan peşinde, ekimde dikimde, elinde orakla hasatta, omzunda baltayla ormanda koşturdu durdu. İlk çocuğu yaşamadı, tam beş evlat verdi Kara Mustafa'nın Süleyman'a. Çocuklarına da baktı, yeğenlerine de. Zonguldak gurbetine çıktığında Süleyman, dilinde türkülerle dindirdi hasretini: Yarim gurbet eli mesken mi tuttun, gördün güzelleri beni unuttun...

Genç Süleyman'ın gurbetten başka çıkar yolu yoktu. Baba ölmüş, topraklar bölünmüş, geçim zorlaşmıştı. Zonguldak Kilimli'de gemilere kömür yükleyerek başladı çalışmaya. Çocukluğunun belki de en zor geçen iki yılının, Abana'da zor koşullar altında gördüğü eğitimin karşılığını burada alacaktı. Limanda beden gücüyle çalışıyor, işten geri kalan zamanlarda eline ne geçirirse okuyordu. Okuma yazma bildiği anlaşılınca deyim yerindeyse masa başına terfi etti. Artık elinde kalem kağıt kayıt kuyut işlerine bakıyordu.

Gel zaman git zaman Kömür İşletmeleri'nde memurluğa başladı, eşini ve çocuklarını da aldı yanıma.Tonton Dede. Kilimli'nin Rıfat Kamil Mahallesi'ndeki tek odalı evde en son ben doğdum.

Tonton Dedem ve Hamidiye'nin Feride Gelin'i Zonguldak'tan yine Hamidiye'nin yolunu tuttuğunda beş yaşındaydım, dedem göç bayrağını oğluna, babam Cemal Kaplan'a devretmişti.Tonton Dede'nin en önemli özelliği, gerçekten halkçı bir yaşam sürmesiydi. Henüz Zonguldak'ta çalışırken köyde yaptırdığı evin Kayadibi Köyü Karamanlar Mahallesi'nin ilk okulu olması, şimdilerde öğrenci yokluğu nedeniyle boş kalan okulun yapımındaki çalışmaları, her zaman okulun ve öğrencilerin gereksinmelerini karşılamaya çabalaması, bu amaçla bürokratlardan iş adamlarına kadar her kapıyı çalması, köylü kadınlar için Halk Eğitimin açtığı kurslara destek vermesi, kırsal kalkınma için köyde kooperatif kurulmasına öncülük etmesi... Onun ne kadar toplumcu bir insan olduğunu ve çağdaş bir yaşam sürdüğünü gösteriyor. Hatta Tonton Dedem, bu işlerde bazen o kadar ileri giderdi ki onun toplumcu mu yoksa büyük düşler gören bir adam mı olduğu konusunda ikilemde kalırdım. Köy okulunun neredeyse öğrenci yokluğundan kapanma noktasına geldiği yıllarda köye kütüphane kurmaya çalışması, köydeki genç kızların birer birer evlenip gurbete çıktığı sıralarda köye halı atölyesi kurmak için tezgahlar satın aldığını gülümseyerek anımsıyorum. Yine de onun memleketi için kurduğu düşlere bir iki kişi daha sahip çıksaydı köyün kalkınması için bazı adımlar atılmış olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Tonton Dede, koşuşturmalı bir yaşam sürdü. Köyün sorunlarını dert etmek, toplumsal düşler görmek ve gurbet, onun ömründen çok çaldı, bili­yorum!..

8 Temmuz 1994'te Hamidiye onun için ağladı!..

O sıcak temmuz gününde sevgili babasını, evinin hemen karşısındaki çatal meşenin dibinde toprağa veren canım babamın öyküsü de Tonton Dedem gibi gurbet sözcüğüyle başlıyor.

Bu kitabın yazarı

Babam, yani bu kitabın yazan Cemal Kaplan, Kabalakdüzü'nde, anasının deyişiyle 1943 yılının "kiraz zamanı" nda, nüfus kayıtlarına göre şubat 1944'te dünyaya geliyor. Çocukluğunun ilk yılları köyde geçiyor. Yoksulluk diz boyu, üstlerine giyecek don, ayaklarına takacak çarık yok!..

Babamın okul çağı yaklaştığında, çoktandır gurbette olan Tonton Dedem, ailesini Zonguldak'a aldırıyor. İlk ve orta okulu Zonguldak'ın Kilimli bucağında okuyor babam.

Yıl 1962, babam lisede. Serde gençlik var, başında kavak yelleri esiyor. Eğitimini yarıda bırakıyor ama elinden de kitap düşmüyor, pembe renkli hatıra defterine sevda mısraları karalıyor. Zaman zaman da köye gidip geliyor. Bu gidişlerden birinde, Çatalzeytin'in başöğretmeni Mustafa Öztürk, babamı ve arkadaşı Celal Yıldırım'ı Kastamonu'da açılan "muvakkat öğretmen" kursuna yazdırıyor. Babamın deyişiyle "yazdırmakla da kalmayıp kurs bitene kadar peşlerini bırakmıyor."

Ekim 1962'de muvakkat öğretmen kadrosuyla devlet memuru olan babam, 1967 yılında askerlik dönüşü polis memuru oluyor ve şubat 1968'de İzmir'de göreve başlıyor. İzmir'in ardından adeta ikinci vatan olarak gördüğü Zonguldak'a dönüyor ve mesleğe burada devam ediyor. Adıyaman, Tokat ve İstanbul'daki görevlerin ardından 1992 yılında Emniyet Teşkilatı'ndan başkomiser olarak emekli oluyor.

Topraklarımızda yatalım

Aileye 1973'te katıldım ben. Babam gibi benim çocukluğumun büyük bölümü de Zonguldak'ta geçti. Ailecek Adıyaman'da, Tokat Turhal'da, İstanbul'da yaşadık gurbeti. Benim en büyük gurbetimse üniversiteyle birlikte Bursa'da başladı.

Orta okul yıllarından itibaren her yazı Çatalzeytin'de, Hamidiye'de geçirdim. Köyün Feride Gelin'i babannemle birlikte göl tarlalarda, serikanalarda, ünigüleylerin başında çok hayvan otlattım. Babaannemin sevgili ineği Gülmercan'ın, onun yavrusu Nazgül'ün peşinden çok koşturdum. Tonton Dedemin iki üç ay besleyip bir traktör samanla takas ettiği Sarıbeylerle çok oynadım. Emektar eşeğimiz Halime'nin 12 ay karnında taşıdığı yavrusunu yaşatmak için sütünü sağıp biberonla ayağa bile kalkamayan sıpaya içirmeye çalıştığımızı dün gibi hatırlıyorum. Köyün en sakin eşeği olan Halime'nin yavrusu öldüğünde bütün Karamanları sesiyle nasıl çınlattığını, gözlerinden sicim gibi yaşlar akıttığını da gördüm. Zaman zaman, adeta dedemi ziyarete gelen Akkuş köpeği şekerle bisküviyle beslediğimiz günleri unutmak mümkün mü!.. Hele Akkuş'un, dedemin toprağa verilmesinden sonra günlerce mazerın başında yattığını gördükten sonra!..

Şimdi kendi aile tarihimle birlikte Hamidiye Köyü'nün tarihi de elimde... Yaşamımda bana hep rehber olan babam, seferberlikte on sekiz delikanlısını aynı günde cepheye gönderip, onları bir daha hiç göremeyen ana babaları, altı aylık taze gelinken kocasını askere gönderip 10 yıl boyunca yolunu bekleyen Şehro Gelin'in öyküsünü anlatıyor bana ve tüm hemşerilerime...

Hangi cephede şehit düştüğü bilinmeyen, hangi topraklarda yattığını öğrenemediğimiz, künyesi gelmeyen, "umumi harp gaibi" şerhi ile öldüklerine hükmedilen isimsiz kahramanları var köyümün!..

Babamla zaman zaman memleketimizi, toprağımızı, ölümü konuşuruz da "Madem topraklarımızda yaşayamadık, topraklarımızda yatalım" der, "Ata dedemizin, büyükbabamızın, babamızın yanında..." Ben de "Hangi toprak baba, Acaristan mı, Artvin mi, Kastamonu mu" diye şaka yollu sorar ve hak veririm ona.

Sadece çocukluğum boyunca ama Tonton Dedem ve köy kokulu babaannemle her yaz doya doya yaşadığım topraklarda yatmak isterim ben de. Nasıl olsa Kabalakdüzü'ne giden yolun başında, dedemin yattığı çatal meşenin altında, bulunur bir "mezarlık" yer de bana...

Önsözün sonsözü

Yıllar önce tarih hocamın verdiği ödev, babamın yaklaşık 5 yıldır süren araştırmaları sonucu tamamlanmış oluyor. Benim Çatalzeytin, Göç ve Çatalzeytinli kitabını yazarken olduğu gibi olanak ve kaynaklar şimdi de sınırlıydı. Dedelerimizin muhacir oldukları yerlere kadar gidip, bu araştırmaya oralardan başlamak, yıllar sonra onların bin bir meşakkatle kat ettiği göç yol­larından geçerek izlerini sürmek gerekirdi belki. "Elimden geldiğince, eksiği ve yanlışı çıkmamasına gayret ettim. Eksikleri siz tamamlayacak, yanlışlar varsa doğrularını sizler arayacaksınız. Benden bu kadar" diyor babam. Kendi adıma mesajını alıyorum ve diyorum ki: Keşke Çatalzeytin'in 41 köyünde yapılsa bu araştırmalar da koskoca bir Çatalzeytin kitaplığı çıksa ortaya...

Eline sağlık baba!..

Bursa, 9 Haziran 2004 - Esat KAPLAN