26 Haziran 2008 Perşembe

10. BÖLÜM: GELENEKLER GÖRENEKLER

1. KIZ İSTEME, NİŞAN VE DÜĞÜN

Hamidiye Köyü’nde geleneklere bağlılık, birinci ve ikinci kuşaktan sonra giderek azalmaya başlamış, çevre köylerin gelenekleri ile birbirine karışarak, zamanla unutulmaya yüz tutmuştur.

Köyün üç mahallesinde yaşayan Şavşat-Meydancık’dan gelenler, Atmeydanı Mahallesi’ndeki Acara Gürcüler, ata yurtlarındaki gelenek ve göreneklerini, oyunlarını, folklorik özelliklerini uzun zaman korumuşlardır. Yaşlıların anlattığı düğün, nişan ve kız isteme adetlerinin, Meydancık nahiyesi Balıklı Köyü’ndeki geleneklerle hemen hemen aynı olduğu görülmektedir. Köyün kurulduğu ve onu takip eden yıllarda delikanlılar ile genç kızlar arasında nişan veya söz kesimi oluncaya kadar, kaç göç adeti yoktur. Fakat Çerkez ve Abazalarda olduğu gibi çok fazla serbestlik de olmaz. Bir delikanlının ailesi oğluna kız istemeye gittiğinde, kız tarafı verimkar değilse, ret cevabı verir, bu cevap kesindir. Çoğu zaman bunu ifade etmek için “bu sarımsak baş çevirmez” diyerek, rızalarının olmayacağını ifade ederler.

Kız tarafı razı gelirse, tarafların alacakları eşya, giysi, diğer ihtiyaçlarla birlikte “başlık” veya “anasına süt hakkı” adı altında istenen para miktarı da belirlenir. Taraflar anlaşınca, nişan bırakmak için bir gün belirlenir. Nişan bırakmaya oğlan tarafının birkaç yakını ve aile büyükleri çağrılır. Kız istemeye oğlanın babası ile birlikte yakın akrabalardan birisi, yine köyden hatırı sayılır bir komşu, birlikte giderlerdi. Nişandan sonra, hatta söz kesiminden itibaren kızlar, evlenecekleri erkeğe görünmezler, tarlada, bostanda, yolda nişanlısı ile karşılaşmamak için saklanırlardı.

Nişanlı olan delikanlılar da yavuklusunu görebilmek için çeşitli kurnazlıklar düşünür, akla hayale gelmez çarelere baş vurur, yavuklusunun yüzünü görmeye çalışırlardı.

Komşularının tarlasına yardıma giden veya imeceye gönderilen nişanlı kızlar büyüklerine emanet edilir, onların emanetini alan kocakarılar da kızlara göz açtırmazlardı.

Düğünler genellikle Cuma günü, ikindi vaktinden sonra başlardı. Oğlan evinde davul zurna çalmaya başlayınca, uzunca bir sopanın ucuna bağlanan Türk bayrağı düğün evinin kapısına asılır, gelin almaya gidilinceye kadar oradan indirilmezdi. Bu ilk düğün gecesine, çevre köylerde olduğu gibi “köylü düğünü” denilirdi. Köydeki komşular, düğün için uzaktan yakından gelen akrabalar düğün evinde toplanır, tulum, kemane gibi çalgılar eşliğinde oynanırdı. Kadınların da bu gece kendi aralarında mızıka eşliğinde oyunlar oynadıkları görülürdü. İkinci gün öğleye doğru, oğlan evinden bir grup kadın ve erkek, kız tarafının evine giderlerdi. Bu gruba bazı yerlerde “nişancı” bazı yerlerde ise “yengelik” denilmektedir. Kız evinden gelenlere yemek çıkarılır, ikramda bulunulur, ayrılmadan önce de kız babası köyün imamını çağırarak, kızına çeyiz olarak hazırladığı eşyaların listesini yazdırır, bu eşyalar kızın, baba evinden koca evine getirdiği, kendisine ait eşyalar olarak tespit edilirdi. Bu eşyalar, gelin getirme alayı ile birlikte getirilirdi.

Düğünün ikinci günü akşamı, kız evinde kına merasimi yapılır, erkek tarafından kadınlar kınaya giderken, kız tarafının gençleri de oğlan tarafına konuk olurlardı. Kız tarafından gelen konuklara “kız köylü” denir, bu misafirliğe de “kız köylü gitmek” denilirdi. Kız köylüsü olarak gelenlere özel ihtimam gösterilir, iyi ağırlanmaya çalışılırdı. Kız köylü ağırlamak zor bir iştir, onlarla ilgilenen kişinin sabırlı ve hoş görülü olmasına dikkat edilir, kız köylülerini mümkün mertebe hoş tutarak, bir tatsızlık çıkmaması için, bazı aşırı taleplere bile hoş görü içinde bakılırdı.
Eskilerin, bir nevi seyirlik oyunlara benzeyen, kız köylüyü karşılama ve ağırlama adetlerini yaşlılar şöyle anlatıyor:

“Bizim zamanımızda bir yere kız köylü gittik mi, adamın ocağını söndürürdük. Ağustos ayında kar bulunur mu, bulundururduk. Beneksiz kara tavuk isterdik, öküz arabasının bir yanına eşeği, bir yanına da nazımız geçen şaka kaldıran, genellikle damat tarafının akrabalarından birini bağlar, sofrayı da arabanın üstüne kurar öyle giderdik. Kız köylü gittiğimiz yerde, nazımız sözümüz geçen, şakaya dayanıklı kim varsa, teker teker çağırtır, onlara olmadık şakalar yapardık. Bunların hepsi şaka sınırları içinde olurdu. Aynı şekilde onlar da bizim tarafa kız köylü geldiklerinde, bize aynısını, hatta daha fazlasını yaparlardı.”

Kız köylü grubunun başında, kendi aralarından seçtikleri bir kişi bulunur, grubu o yönetirdi. Kız köylü gelenler, onun sözünden çıkmaz, başkaları da söze karışmazdı. Son yıllarda bu adet unutulmaya başladı. Gençler arasındaki evlenme törenleri, büyük şehirlerde ve düğün salonlarında yapılıyor. Köyde yapılan düğünler bile, eskisi gibi üç gün üç gece değil, bir günde bitiriliyor. Bunun ekonomik durumlarla ilgisi olduğu kadar, büyük çoğunluğun kentlerde yaşıyor olması da önemli bir etken olarak görülüyor.

Gelin alma günü, damat evinde hazırlıklar tamamlanınca yola çıkılırdı. Gelin alma alayına oğlan tarafının kadınları da eşlik ederler, kadınlardan bazıları ata binip yol boyunca atları koştururlardı. Yollarda giderken pek durulmazdı. Gelin almaya giderken kullanılan yol güzergahı dönüşte kullanılmaz, damat, gelin almaya götürülmezdi.

Baba evinden ata bindirilen geline yeşil elbise giydirilir, başına da yine yeşil renkli duvak takılarak, yüzünün görülmemesi sağlanırdı. Gelinin bindiği atın iki tarafında, gelinin iki yakın akrabası yürür, gelinin düşmemesi için kollarından tutarlardı. Gelin atını, damadın babası veya gelin alayının başında görevlendirilen bir akraba çekerdi. Geline eşlik edenler, erkek kardeşi, dayısı veya amcası olur, bunlar yol boyunca atı durdurarak “atın nalı düştü, köprü yıkılmış, çay taşmış, at geçmiyor” diyerek, oğlan tarafından bahşiş koparırlardı.

Gelinin koca evine gelmesi ile, önceden hazırlanan şeker, buğday ve bozuk paralardan oluşan karışım, damat tarafından kalabalığın üstüne serpilir, gelin attan indirilmeden, kaynatası tarafından kendisine inek, keçi, koyun gibi bir hayvan bağışlanır, düğün alayının huzurunda, bağışlanan ortaya getirilir, kaynata bunu geline verdiğini yüksek sesle ilan eder, hemen orada hayvanın kulağı, kesilerek işaretlenirdi.

Koca evine getirilen gelinin kucağına eve girmeden, yeni doğmuş bir erkek çocuk verilir, bununla, doğacak çocuğun erkek olması dilenirdi. Eve giren gelin doğruca mutfağa götürülür, ocağın kurumuna eli sürdürülür, tahtadan yapılmış, içinde tuz bulunan tuz kabına eli sokturulurdu. Bundan maksat “o evde bereket çoğalsın , o evde dert görmesin” diyedir.

(Yekpare ağaçtan oyularak yapılmış bulunan ve hâlâ tuzluk olarak kullanılan bu tuz kaplarından birini, Adem Çavuş’un evinde görmüştüm. Hasan Yaşar’ın dediğine göre, dedesi Ak Hasan’ın zamanından kalmaymış.)

Hiç yorum yok: